Ben aslında, içimde kalanlarla boğulmaktansa, okunabilir olmayı tercih ettim!.. Hepsi bu...
28 Ağustos 2011 Pazar
Ta-TİLLLLLL
TAAATTTİLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLL :)
Ege'de olmak, Bodrum'u koklamak, Kekik'te güneş batırmak, denizde yosuna karılmak,
Plajda uykuya dalmak, icetea'yle kafa olmak,
her sene aynı cümleyle "böyle güzel midye, mısır ve incir yememek"; bu yüzden mide fesadı geçirmek,
bu kez hiç içmemek, ama zaten istememek,
uyumak, uyanmak, denize girmek, dostlarla gülmek, bir bebek tarafından sevilmek,
aklındaki adamı sürekli hayal etmek,
çalışmamak, çalışmamak, ÇALIŞMAMAK!
Yeniden Ege'nin o enfes mutfağı,
mis gibi domates ve salatalıklar,
KABAK ÇİÇEĞİ DOLMASI,
tadı damağında kalan zeytinyağlılar,
kumsaldaki pırıltılara yapılan yürüyüş,
her görüşte o pırıltıları yeniden aşık oluş,
ve Bodrum geceleri...
Yine yeniden her zamanki gibi Körfez, dans, müzik, genç nüfus...
Bodrum'da olmak ay pardon
TATİLLLLLLLLLLLLLLLLde olmak çok, çok ama çok iyi geldi...
Geri kalan yazılar ve fotoğraflar yolda, bekleyiniz efenim...
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Bodrum Dair

21 Ağustos 2011 Pazar
:D
19 Ağustos 2011 Cuma
Cem Adrian - Bana Ne Yaptın | 2010 [HD]
17 Ağustos 2011 Çarşamba
Dost Meclisimin Kadınları
Ama biraz dışarı çekilmek lazım yazabilmek için onları, paylaşımları...
16 Ağustos 2011 Salı
How people in science see each other ?

9 Ağustos 2011 Salı
Kadın Olmak
7 Ağustos 2011 Pazar
El Cielo de Canarias / Canary sky - Tenerife [HD]
6 Ağustos 2011 Cumartesi
Acı tat
Boktan bir karanlığın tam ortasında durmuştuk, neden burada olduğumuzu anlamaya çalışıyordum.
Neresiydi burası? Niye bizi çekmişti kendine?
Sesim rüzgarda kayboluyordu.
Endişe duyduğum her an yaptığım gibi küçük bir şarkı söylemeye çalışıyordum halbuki.
Üşüyor, korkuyor ve serdeki erkekliği ön planda tutarak yanımdaki insanlara destek olmaya çalışıyordum.
Yüzlerini net seçemediğim herhalde 5 kişi vardı yakın civarımda.
Rüzgar o kadar kuvvetliydi ki... Gözlerimi zar zor açık tutuyor ve ayakta zor duruyordum.
Köy gibi bir yerdeydik. Ama o karanlık, ah o karanlık yok mu?
Yıldızsız, aysız, hepsinden öte sevgisiz bir gecenin karanlığı.
Daha önce bir kere yaşamıştım böyle bir karanlığı.
Yarattığı huzursuzluğu ve etkisini ard arda bir kaç gün sürdüren o tarifsiz ruh halini hatırlıyordum...
Gözümü açık tutabildiğim her an net bir iki nokta arıyordu algılarım.
Bir kaç çatı, evlerin boyutlarına ve damların şekillerine ait bir kaç ayraç, bir mezarlık, bir çeşme, bir kaç hayvan... Çiftçi araçları, otomobiller ve lokanta arıyordu gözlerim.
Bir çığırtkan, bir anıt.... Hiç bir şey! Hiç bir şey görünmüyordu net olarak.
Kendimi çimdikledim. Rüyada da olabilirdim hani. Canım yandı ve duydum 'ah' sesimi.
Neredeydim? Allahım burası neresiydi? Kimdi civarımdaki bu insanlar?
Bu insanlar ki benimle aynı kaygılarını yaşadıklarını hissettiğim, sezgidiğim, kimlerdendi?
Geçmiş zamanlarda bir âmânın algılarını anlamak için oynadığım bir oyun aklıma geldi. Bütün bir günü gözümde siyah bir bantla geçirmiştim. Sadece duyarak, koklayarak ve hepsinden öte sezerek etrafı hayatta kalmak.
Gözlerimi kapatacak hiç bir şey yoktu üzerimde. Ne bir çaput, ne bir fular...
Kendi isteğimle kapattım bu kez. Rüzgarın o ok gibi çarpışlarına engel oldu hassaslaşmış görme yuvalarımı örten derim...
Bir an durdum. Evimde gibiydim. Rüzgar 1 dakika öncesindeki kadar ürkütmüyordu.
İnsanları umursamıyordum.
Ama sonra...
Bir anda bir takım hareketlenmeler belirmeye başladı görmeyen gözlerimin açtığı algılarımda.
Önümde hareket eden insanlar, koşan çocuklar, güç bela ittirilen at arabaları, el arabaları, kırık dökük traktörler... Ağlayan bebekler, su isteyen ihtiyarlar ve ölmekte olan askerler.
Poyraz sanki tüm bu tabloyu büyülü bir rüzgar misali süpürmeye çalışıyor ve bizi olduğumuz yerde huzursuzluğu ve karanlığıyla hareketsiz bırakıyordu.
Gördüklerim inanılmazdı.
Duyduklarım tarifsiz acı...
Bir savaşı izliyordum. Yaşanmış, bitmiş ve gerisinde hiç bir şey bırakmamış.
İnsanın, insana zulmedişini görüyordum an be an. Nasıl yalvardığını, nasıl teslim olduğunu ve nasıl da çaresiz kaldığını. Neredeydik Allah'ım, neredeydim ben ve niye burdaydım.
Yakınımdaki insanlar kimdi? Delirmek üzereydim.
Atlıların içimi titreten baskın sesi, tüm çığlıkları yarıyor ve suyun senkronize hareketi gibi akan onca insanı yerle bir ediyordu.
Artık istesemde gözümü açamıyordum. Yaşanan her şeyi görüyor, duyuyor ve hiç bir şey yapamıyordum çünkü. Bulunduğum sahne bugüne ait değildi ve ben yaşananların görünmez seyircisi kalıyordum. Tam o anda, bir bebek düşüyordu bulunduğum yere.
Masum, bi'haber ve aç. Hayatta. Onu alıyordum kucağıma. Alabiliyordum. Hali hazırda şimdiye kadar anlamadığım onlarca şey, bu bebeği bağrıma basabilişimle hepten bir muamma halini alıyordu.
Mavi-yeşil arası gözleri bana bakıyordu ve saklıyordu kendini göğsümün arasına. Onu korumam için yalvarıyordu bakışlarıyla.
Onu bırakamazdım. Ama ben orada değildim ki, ne onunla ölebilir ne de onu koruyabilirdim.
Aklımı yitirmeye başlıyor gibiydim. Yaşadığım acı bacaklarımı kırıyor, ölümün o güçlü sesi kulaklarımı tırmalıyor, kucağımdaki bebeğin gözleri içimi dağlıyordu.
O gözleri başka suretlerde çok kez görmüştüm. Bana bir şey anlatmaya çalışıyordu.
Karışan sezgilerim, hislerim ve duyduklarından güçsüz kalan bedenim anlayamıyordu.
Bana dokunan bir şey hissettim. Birinin bana sarılışı. Benim o bebeğe sarılışım gibi bir sarılış.
Bacaklarım ruhumda oluşan ağırlığı taşıyamamıştı. Yerdeydim.
Kucağımdaki bebek belki de gözümün önünde yaşananlardan sonra, hayatta kalan son yaşamdı hiç bir tanımlayıcının olmadığı, topraklarına bastığımız şu köyde ya da kentte...
Deliler gibi ağlıyordum. Çığlık bile atamadan ama hıçkırıklarımda boğularak. Ölüyordum içten. Böylesi bir acıyı kaldıramıyordu ruhum.
Beni saran kollar daha sıkı bastırıyordu kendine beni. Elleri saçımda ve yüzümde, dudakları yanaklarımda bana "aç şu lanet olası gözlerini" diye bağırıyordu ve zorluyordu göz kapaklarımı kaldırabilmek için.
Ağlıyordum boğulurcasına. Gözlerimi açarsam bebeği kurtaramayacağımı düşünüyordum.
Açmayı başardı göz kapaklarımı ve sarıldı bana. Kafamı boynuna gömerken bedeninin, bedenimin titreyişini dinginlemeye çalıştığını hissediyordum. "Geçti, geçti! Yalvarırım sakin ol, yalvarırım topla kendini" diyordu.
Etrafımızdaki insanlar ilk hatırladığım, o aynı tedirginliği paylaştığımız insanlar değildi.
Daha tanıdık yüzler. Daha tanıdık sesler.
Toparlanamıyordum, ama uyanmıştım. Gözlerimi açmıştım ve o sahnede olmadığımın ama bulunduğumuz yerde olduğumuzun farkındaydım.
"Neredeyiz?" dedim, "n'olur söyle, neredeyiz?".
O söyledi ama ben duyamadım. Ağlamam durmuş gibiydi ki yeniden başladım.
Bağırıyordum bu kez uyanan bilincim sayesinde..
"Uyannnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn Aysuuuuuuuuuuu, uyannnnnnnnnnnnnnnnn"
Gözlerimi açtığımda ağlamış, kollarımda bir bebek taşımanın verdiği yorgunluk ve içimi kıyan o savaş yüzünden mideme oturup kalmış bir acıyla yatağımın içerisinde fırlayarak doğruluyordum...
Gün ortasında aileden birileriyle içinde dolaşırken
Sabahattin Ali'nin o satırları yazdığı anda uyanmıştım orada,
"Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar,
Beni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül aldırma, aldırma gönül, aldırma"...
----------------------------------------------------------------------------
Gözümün önünden o bebeğin bakışı ve saklayışı bağrımda kendini, bana sarılan o adamın sıcaklığı, güveni ve tanıyamadığım yüzü, gördüğüm savaşın vahşeti gitmeyecek gibi..
Ama biliyordum gün böyle geçecek ve devam edecek her şey hiç bir şey olmamış gibi...
5 Ağustos 2011 Cuma
Gözlerin
Gözlerin gözlerin gözlerin, |
3 Ağustos 2011 Çarşamba
Yağmur
Yeryüzüne dökülen
Upuzun, ince ince, karanlık kokulu
Sen ki
Yüreğin taş parçası
Dinle yağmuru dinle
Teselli bul türküsünden
Her şey olur
Her şey büyür
Her şey geçer
2 Ağustos 2011 Salı
Celine Dion - Nature Boy
"There was a boy
A very strange enchanted boy
They say he wandered very far, very far
Over land and sea
A little shy
And sad of eye
But very wise
Was he..."
1 Ağustos 2011 Pazartesi
"Masal Bu Ya"*
Doldum, taşmak istiyorum.
Bir çığ gibi var gücümle inmek göğe ulaşan zirvemden ovalarıma,
Bir nehir gibi özgürlüğümce yıkarak tüm setlerimi dökülmek istiyorum, dağlarımdan vadilerime…
Düzlükte ulaşacaklarımı merak ediyorum.
Eğilmez sandığım bu asi başımın, nasıl da mülayim olduğuna tepeden bakıyorum, özgürce çağladığım ve umulmadık anlarda, gerçek beni biraz daha keşfettiğim şu günlerde.
İsyan ya da başkaldırı yahut sadece ses çıkarma isteği ama öyle öfkeli değil, yoğun yalnızca…
Bir yandan da alabildiğine susma, sadece ‘yaşama’ ve ‘olma’ eylemlerini olduğu gibi, başka bir ‘şey’ olmaya çalışmadan, bir nehrin yolunda akışı gibi deneyimlemek,
Ya da yaşamak işte Nazım’ın dediği gibi, “Bir ağaç gibi tek ve hür” ama “Bir orman gibi kardeşçesine”…
Bilmiyorum, bilemiyorum.
Bedenimin alamadığı, aslında sığdırmak istemediği bir olma, dolma hali üzerimdeki,
Aşkın bedene girip ışıldattığı o ilk günler misali…
Ama aşktan farklı, hem de çok farklı, kesinlikle varlığı aklı kaybettiren bir körlük değil.
Aksine, perdesiz, son derece net, ama yanında ışıl ışıl, göz alan bir yükseklik hali,
Üç noktayla, boşlukta tamamlanmaya gönderilen kelime gruplarından bir kısmı sadece elimden çıkanlar…
Ya içeride kalanlar?
Öyle bir coşup akma isteği var ki içimde ve ilk defa öyle bir susma isteği bırakıyor ki ruhumun her zerresine…
Susma ve duyduğum her şeyin, ama her şeyin;
suyun, ağacın, taşın, arabanın, insanın, toprağın, her ilginin, her sevginin ve her birliktelik ahenginin o sevince salan duygu yoğunluğunu,
bencil bir çocuk misali içimde tutma, gözlerimde yaşama ve öylece durduğum yerde çağlamak istiyorum…
“Herşey yapılabilir
Bir beyaz kağıtla
Uçak örneğin, uçurtma mesela.
Altına konulabilir
Bir ayağı ötekinden kısa olduğu için
Sallanan bir masanın.
Veya şiir yazılabilir
Süresi ötekilerden kısa
Bir ömür üzerine…”**
Dediği gibi şairin, “her şey yapılabilir bir beyaz kağıdı”, orman yapıyorum, nehir kılıyorum ve insana boyuyorum sonunda, eklerken tüm duyguları lezzeti bulsun diye…
Ruhumun, ‘aydınlık beynimin sınırları’ içerisindeyken, bedenden çıkıp hareket edişini izliyorum.
Zamanın varlığını hiçe sayarak veyahut yekpare bütünlüğün farkına varma şerefine nail olarak diyelim,
Coşkuyla sıçrıyor, sevgiyle sarılıyor, özlemle dokunuyor ve sonunda kendi barışını yaratıyor sıkıştığı şu bedeninin görünürlüğü ile sulh ilan eden şu deli ruhum…
Köklerini salan 150 yıllık bir çınar,
Ustalığını ilan eden bir mimar,
Görkemini dinginliğinde saklayarak akan bir nehir,
Gören gözde insan ve fotoğraf karesinde bedenlenmiş anılar oluyorum…
Alice’ın dünyasına açılan kapıdan bu kez beyaz tavşanı değil, sessizliği takip ederek geçiyorum,
Arabamız sihirli tren, yürüdüğüm yollar uçan halı,
Duyduklarımın ve kokladıklarımın bütünleştiği başka gözlerde algı, düşüncelerde kahkaha/gülümseme ile tarifi mümkün olmayan bir şarkı ve ortak bir his oluyorum…
Ben kaybolurken, biz doğuyor ve egonun hüküm sürdüğü benlik küçük odalarına çekilirken, öz, gerçek özgürlüğünü, kelimesiz bir düzenin sessiz melodilerinde buluyordu.
Bir şarkı, bir müzik, birkaç nota arıyordu beynim, başkaları için hayal edilebilir kılmak adına yaşananları
ama
Sessizliğin o enfes melodisine hiçbir enstrümanı, hiçbir el değmiş, göz değmiş, işitilmiş besteyi yakıştıramıyordu…
Sadece bir renk verebiliyordu ve birkaç müzik aletini koyuyordu sahneye,
Gelen kendi duygusallığını, duyduklarını ve anlatamadıklarımdan gördüklerini müzikeştirsin ve tamamlasın diye bu masalı…
Sahnenin ortasında piyano, elektro gitar, davul ve çello, bir trompet, bir saksafon, bir flüt ve keman, sakince köşesinde duran kanuna eşlik ederken,
Sahne beyazlarla birlikte, zeytin renginden neftiye dönen bir yeşile boyanıyordu…
Yokluk varlığa karışırken, gerçek ilk kez bu denli acıtmadan bedenleniyor,
Bunca yıldır, hiç fark etmemiş olsa da ölümü ‘sessizlik’te saklayan içimdeki küçük kız, deneyimlediği bu sözsüz oyundan hiç rahatsız olmuyordu.
Ölümü de özgürleştiriyordu ruhum kilitlediği odadan…
Sessizliğini serbest bıraktığı gibi.
Azad bayramı yaşar gibi gelişiyordu her şey ve hiç bir şey birbirinden kopmuyordu…
İlginçtir, minicik tanıdık bir ışık sebep oluyordu tüm bunlara…
Alice’in dünyasının kapılarını aralayıp geri dönen bir gün yaşanıyordu, şaşırmalardan uzak kalmaya başlamış şu alışkın beynimde…
Hayatlarımızı rüyalardan yoksunlaştıran “gerçek” ise, işte bu yüzden zerre kadar umrumda olmuyordu.
Sorgulamadan, kabul edip, susarak bir nev-i dergah düsturu misali sadece akıyordum… ve Alice’in dünyasındaki günümü unutmamak için bunu sürdüreceğime söz veriyordum kendi kendime.
Ben nerede miydim? Ben kimle miydim?
Gülümseyerek susmayı tercih ediyordum :)
Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, beni o kapıdan geçiren rüyayı içinde barındıran gerçeğin ta kendisiydi. Ne bir afyon sonrası ve ne de alkolün uyuşturucu etkisi romantizmin bu denli gerçekte yaşanmasını sağlayamazdı…
Hiç birinden değilse bile, işte bundan emindim...
Not: * Yaşar (Günaçgün)'ın şarkısının adından alıntılanmıştır...
Not2: ** Yılmaz Erdoğan'ın "Yeni bir sayfada sana bakmak" adlı şiirinin bir kısmıdır...