16 Temmuz 2008 Çarşamba

Nazım Türküsü

Kağıtları sararmış bir not defterinin mütevazı duruşuna yakıştırdım onu yazmayı. Yani beni ben yapan, bir duygudan öbürüne atan; bana sevmeyi de, rezilce hissedilen korkuyu da, başı dik hasreti de, yerle bir edilmiş gururuda öğreten Nazım’ımı...Evet,evet!; yanlış okumadınız; Nazım’ım. Çünkü Nazım herkese göre bir başka. O, dilin tüm hazinesini bulupta biz gariplerle paylaşan. O, aşık olmayı yaşamaya tercih eden. O hasreti, acıyı, kederi; huzurun, içi boş dalkavukluklarla yükselmenin ve saygının üzerinde tutan. O sadece bir çınar isteyen kabrinin yanında ve yalnızca topraklarında ölmeyi arzulayan. İsmi sessiz çığlıkların ilk hecesi. Hasreti, hem aç hem de açıkta kalanların, yalnızların, aşıkların ve sevdanın yansıması... Nazım kadın olmanın özelliğinin, güzelliğinin, zerafetinin, değerinin ve kadının vazgeçilmezliğinin dile dökülmesi. Nazım hayat. Nazım ölüm!. Nazım aşk ve hasret. Acı ve keder. Ateş ve su. Sevinç ve mutluluk, kadın ve erkek. Nazım Dünya ile bir, vatanı ile yalnız.“ Nazım Hikmet memleket, memleket Nazım Hikmet...”

Çelişkilerimin ortasındayken buldum O’nu. Gözümün içine bakan bir çift göz Tahir ile Zühre’nin aşkını anlatıyordu. Bana birşeyler anlatmaya çalışıyordu. Çocukluk işte. Zühre’nin Tahir’i hiç sevmemiş olması ihtimaline ve de elmanın Zühre’yi sevmek zorunda olmayışına öyle kaptırmıştım ki kendimi, bir kaç dizeye gizlenerek haykırılmaya çalışılan tertemiz, masum ve değeri ancak bir Nazım şiirine yakışabilen; küçücük yaşların kocaman kalplerinden taşan aşkı anlayamamıştım. Nazım’a kapılıp giderken kanattığım dizlere bir yenisi daha eklenmişti. Kalp kırığından daha tamir edilebilir bir tümce.. daha az hasarlı, daha kolay iyileşen ‘kanayan dizler’.

Ve ardından diğeri gelmişti. Ruhumun her daim beyaz sayfası olan annemden. Gülhane Parkı’nı ve ceviz olmayı anlatıyordu Nazım polislerin içinde; eğlenmeyi, dalga geçmeyi anlatıyordu annem bir takım insanların örümcek beyinleriyle.

Zekasıyla dünyayı yıkabilecek bir adam, haykırıyordu yapılan yanlış seçimlerin sonucunda sıkışıp kaldığı kıskacın içerisinden “Yaşamaya Dair” dayıcım diyerek. Anlıyordum yavaş yavaş. Büyüyordum adım adım. Büyüdükçe acı gerçeklere yaklaşıyor, çocuksu hayallerim giderek geride kalıyordu.

Gene geliyordu cevabım “Kıyıda bir çıplak adam durmuş düşünür, bulut mu olsam, gemi mi yoksa, balık mı olsam, yosun mu yoksa?”. Geri dönüp, acımasızca hayallerimi bıraktığım yere, düşlerimi, tutunacak dallarımı darlandığım/darlanacağım anlarda, topluyordum tek tek. Soruyordum kendime gülünç bir halde Yunus mu olsam, beşer mi yoksa?. Çelişkilerimde yol alıyordum. Her bir çelişki, peşime taktığı arkadaşı endişeyle birlikte, yüzüme derin bir çizgi daha ekliyordu. Mimiklerimi anlıyordum sonra zamanla...

Ardından yaş almaya/yaşlanmaya devam ettikçe aşk geliyordu peşi sıra. Daha doğrusu hep var olan aşkı anlamaya başlıyor ve aşık oluyordum sonra. Birden bire oluvermişti herşey. Birdenbire yıllardır tanıdığım biri değişmiş, bir erkek belirivermişti gözümün önünde. Işık saçan gözleriyle, güzel gülümseyişiyle ve sarılışındaki sıcaklık ile “Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi” dedirtiyordu. Adam güzeldi, aşk güzeldi, yaş güzeldi ki küçüktük, sözün güzelliği üzerine laf etmeye zaten gerek yoktu...

Ve böylece sürüp gidiyordu, herhangi birinin herhangi bir andaki yaşamında devam eden Nazım Türküsü gibi... Nazım hep vardı, hep olacaktı. Nazım hayattı, Nazım ölüm, Nazım aşktı ve Nazım yaşamaktı, nasıl ayrılabilirdi ki soluk alınan zamandan.....