28 Ağustos 2011 Pazar

Ta-TİLLLLLL

Evet Tatil...
TAAATTTİLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLLL :)
Ege'de olmak, Bodrum'u koklamak, Kekik'te güneş batırmak, denizde yosuna karılmak,
Plajda uykuya dalmak, icetea'yle kafa olmak,
her sene aynı cümleyle "böyle güzel midye, mısır ve incir yememek"; bu yüzden mide fesadı geçirmek,
bu kez hiç içmemek, ama zaten istememek,
uyumak, uyanmak, denize girmek, dostlarla gülmek, bir bebek tarafından sevilmek,
aklındaki adamı sürekli hayal etmek,
çalışmamak, çalışmamak, ÇALIŞMAMAK!
Yeniden Ege'nin o enfes mutfağı,
mis gibi domates ve salatalıklar,
KABAK ÇİÇEĞİ DOLMASI,
tadı damağında kalan zeytinyağlılar,
kumsaldaki pırıltılara yapılan yürüyüş,
her görüşte o pırıltıları yeniden aşık oluş,
ve Bodrum geceleri...
Yine yeniden her zamanki gibi Körfez, dans, müzik, genç nüfus...
Bodrum'da olmak ay pardon
TATİLLLLLLLLLLLLLLLLde olmak çok, çok ama çok iyi geldi...

Geri kalan yazılar ve fotoğraflar yolda, bekleyiniz efenim...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Bodrum Dair

Ani gidiş kararının yarattığı efsane tat!
Biletimi önceden almış olsamda,
yola çıkışım kaçar gibiydi.
Bitmek tükenmek bilmeyen işler,
okudukça artan makaleler,
bozuldukça bozulan cihazlar ve
yetmezmiş gibi bunların üstüne kurs,
midemde neredeyse 1 yıldır görülmemiş bir ağrı yumağı yarattı
ve bir avuç ilaçla kendimi Ankara'dan atmama sebep oldu.
O yüzden kaçar gibi, sanki dün karar vermişim gibi çıktım yolculuğa.
Ah yolculuk!
Nasıl severim yolculuk yapmayı.
Düşünmeye, hayal kurmaya nasıl da vakit ayırır/ayırtır
sen istesen de istemesen de...
Ömrümün önemli çözümlemelerini yolculuklarda yapmış biri olarak
otobüsün de, trenin de tadı başkadır.
Bu kez uykudan hayal kurmaya vakit kalmasa da çok fazla
yine de görselim de canlananlar bana yetti.
Hele ki gözümü açıp da o güzelim denizi görmek yok mu?
Koskoca bir yıldan sonra yeniden,
Kabak çiçeği dolması, süt mısırı, incir ve nice güzel zeytin yağlı ile Ege'de olduğunu hissetmek,
ve tatilin dayanılmaz hafifliğini paylaşmak dostlarla paha biçilmez bir coşku yaratıyor.
İşte yeniden --> BODRUM!
Geldim işte :)
Sen insanı süslü kıyafetlerinden,
alacalı paketlerinden sıyıran,
sen insanı huzura da salan, ama aynı anda insanlık halleriyle delirt(ebil)en,
sen nicesini kendine tutsak eden
Halikarnas Balıkçısı misali,
sen aşkın bir başka hali, huzurun ebedi kaynağı,
eğlencenin hala ve hep kalbi,
dostluğun en samimi ve çıplak biçimi,
ve koca bir kışın - yaz hariç 9 ay- çekilir ve amaçla yaşanır tek yanı!
Sen gelişine coşku, gidişine hüzün salan,
yalnızca bir tatil yeri değil
sana tutuklu gönüllerde bir ibadethane, bir mabetsin...
İyiki de öylesin...

21 Ağustos 2011 Pazar

:D

İyiyim ya :D
... ondan olsa gerek...
Ama ama,
bakmayın dostum bana öyle...
Sonuçta boru değil, titreyen su molekülleri olacak o kadar...
Sıfatı, tanımı, yeri, yurdu, ismi, cismi mühim mi ki o kadar?
"Biri var gözleri yeşil gibi" diye bir şarkı vardı biz daha gençken ;)
Bir an onu mu hatırladı ne beynim!
Allah Allah, bir de 9/8 lik ritm çalıyor içim...
"Abe kaynana naptın bize, naptın bizeeee...." :))
"İçim kıpır kıpır, deniz de kıpırtısız" zaten...
Ayhhsahhahahahsdahsdaşfşksdjfsşdkjf :D

İyiyim ya,
seni düşünüyorum ya ondan olsa gerek :)

19 Ağustos 2011 Cuma

Cem Adrian - Bana Ne Yaptın | 2010 [HD]

Ah be çocuk!
NAPTIN ÇOCUK?
Naptın Cem, naptın sen...

Kendimi bu denli acıtışımı anlayamıyorum...
Yatsana kadın, git yat, yatıp zıbar...
Cemcim sıçtın ağzıma.
Teşekkür ederim.

Gifted birisin sen Cem.
Sönememiş yangınların bitmeyişini anca sen veriyorsun böylesine...

Of be ÇOCUK!
Bana ne yaptın?

Bitti ve gitti işte gece.
Bitti ve gitti işte yarın.
Bitti ve yok işte suretteki güleç kadın.

Bu gece Ankara enkazını toplayamamış bir afetzede misali solgun, yorgun ve
yürek sıkan bir sessizlikteydi ya,
İşte şimdi ben de biten ve yiten bu geceyle,
şehrim misali,
solgun, yorgun ve boğan bir sessizlikteyim....

Ah be çocuk..
of be çocuk...

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Dost Meclisimin Kadınları

Dost meclisimin kadınları bir başka ne yalan söyleyeyim...
Üstelik benim arayıp bulduklarımdan ve o denli özene rağmen bana bıçak sokanlardan değil onlar...
Kendiliklerinden hayatıma giren, önce dahil olan, sonra karılan ruhuma, düşünceme ve yaşamıma,
dost meclisinin daimi üyeleri olmaları istenen
Pretty Woman sınıfından özel kadınlar onlar.
Her biri, yaşamımda renk,
her biri hiç düşünmediğim ve bilemediğim acılar,
her biri özgürlüğün ve kadınlığın başka bir yanı,
her biri aşkın kendine münhasır anlamı,
her biri ben ve ben de sakladıkları dostluğun ayrık ama bir bütüne parça olmuş anlamları...
Onlar bir kaç tane aslında.
Öyle sayıca zilyon tane değil.
Sırayla yazmak var içimde, hepsini, ayrı ayrı.
Ama biraz dışarı çekilmek lazım yazabilmek için onları, paylaşımları...
Yoksa, bu yoğun sevinçle onlara karşı duyduğum,
yazmak zor içimdekileri, okunabilir halde sunmak zor dost meclisinin sırlarını!
Dost meclisimin kadınları bağrı yanık dostlar aynı zamanda,
özel oldukları için hep çekinilmiş ve korkulmuş, uzaktan sevilmiş kadınlar...
ve onlar ki sigaramın dumanında, dertlerini kendi dertlerim gibi yaktığım,
acıtan ve kanatan yaralarına kedi dili misali merhem olmaya çabaladığım,
mutlulukları beni mutlu kılan, kayıplarına yas tuttuğum,
ve en önemlisi bedenimin hazine sandığında tuttuğum en gizli şeyi,
kalbimi açtığımda,
ipek mendillere sarıp sarmalayıp üşütmeyen,
kırılmasın diye etrafına görünmez çitler çeken,
yeri geldi mi kıvılcımlandırıp yeniden hayata döndüren,
ama hiç bir kavgaya, hiç bir anlaşmazlığa rağmen, asla yere atmayan, kırmayan, sızlatmayan,
gönlün koruyucuları güzel eller onlar...
Bilir onlar kendilerini ama yine de içimdeki kodlamalarıyla minik bir hatırlatmaya kim niye olmaz desin ki?
Kuartz kristalim, Ada'm, Al yazmalım, Zeytin yeşilim, Okyanus gözlüm, Kova kadınım, Işıkım ve NewYorker'ım...
Var olun emi,
Önemli değil Dünya'nın neresinde olduğunuz,
önemli değil konuşabilirliğimiz, görüşebilirliğimiz, birbirimize sarılabilirliğimiz,
Siz var olun ve renklerinizi duyurun içselimden bana...
O bana yeter de artar bile....

16 Ağustos 2011 Salı

How people in science see each other ?

Gülmekten ne yazacağımı bilmiyorum...
Hayatımda bakıp da bu denli güldüğüm az şey vardır herhalde.
Ayrıca kelimelerden, ağdalı uzun cümleler ve tanımlamalardan uzak, inanılmaz ince bir espri ve muhteşem bir zeka ile sadece görselin gücünü kullanarak bir takım algılamaları ve gerçekleri bu denli doğru ifade eden de çok az şey vardır!
Bizimkisi bile bile lades ya, yine de acıdan zevk almak durumları yani n'aparsın! :)
Keyifli çözümlemeler....





Garip

Ayyyyyyyyyy (gülme halindedir ses tonu),
ÇOK k@rı$ık duygular halindeyim.
ayyyyyyyyyy (ağlama halindedir burada ses tonu),
çok k@rı$ık DuYuMSAmaLar halindeyim....

9 Ağustos 2011 Salı

Kadın Olmak


Yukarıdaki sahne herhalde yapıldığı yıldan beri neredeyse 5 belki 6 kuşağın gençlerini yüreğinden vuran bir filmin, filmin tamamı kadar etkileyici olan o son sahnesi...

Allahım beni böyle bir karar vermekten koru dediğim az durumdan biridir ne yalan söyleyeyim...

Kimbilir kaç kere izledim bu filmi. Her izleyişimde ağladım, öfkelendim. Her izleyişimde başka bir şeyler keşfettim. Ama bu kez dikkatimi çeken daha farklı bir iki şey var olgunlaşmış ve kadın olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha fazla anlamaya başlamış şu ruhumla.

Asya aşıktır; köpek gibi, nefes alamamacasına, yaşayamamacasına... Ama annedir Asya, tek değildir artık hayatta, özgür değildir artık - gönlünün her istediğini yapabilme özgürlüğünde değildir...
Aldığı her nefeste, çektiği her acıya rağmen "İlyas" demektedir Asya, aldatılmışlığına, yalnız bırakılmışlığına ve duyulmayan nice çığlığına rağmen...

İlyas da aşıktır, köpek gibi... Dönüp dolaşıp bulduğu hep Asya'dır. Aldığı her nefes Asya'dır. Uykusundan uyandıran, daldığında sayıklatan, farkında olmasa da ayakta tutan hep Asya'dır. Ama Asya sorumluluktur, Asya ilmek ilmek işlenen hayattır, Asya her derdine ortak olan ama ihtiyacı olduğunda yanında olunması gerekendir. Asya, omuz verilmesi gereken, beklentisi olan, desteğe ve korunmaya ihtiyaç duyandır... Asya emektir... Asya eştir, adam dediğinin kadınıdır Asya. Çok güçlüdür ama kocasının yanındayken değil...

Cemşit, sevgi dolu güvenilir adam. Karısını seven, çocuğuna rol model, dağ gibi bir baba. Babadır Cemşit, candır, güvendir. Ama hepsinden öte Cemşit saygı duyan, saygı verendir. Bu son sahnede aslında hep gözden kaçırdığımız bir şey var belki, Cemşit koşarak gelmiş ve "aldırma gönül"'e belli bir mesafede durmuştur. Durmuş; Asya, Samet ve İlyas üçgenine bakmaktadır. Bekler Cemşit. Sırasını bekler. Çünkü içinde erkek olma bilincini taşır. Çünkü verdiği emeği bilir. Çünkü sevgisini saygıyla yoğurmuş bir adamdır o, babadır. Çocuğuna verdiği sevgiyi bilir. Karısına verdiği güveni bildiği gibi. Asya ayaklanır, elinde oğlunun minik eli, yürür... Ona nefes aldıran aşkına ve onu ayakta tutan güvenli kocasına doğru...

O yürüyüşü çok kez izledim. O an vermiş olduğu karar Asya'yı hangi adama götürmekteydi hiç bilemedim. Belki de tüm sezgileriyle anlamaya çalışıyordu kadın duygularını.

Asya, onu beklemekte olan iki adama doğru yürürken, yine Cemşit öylece bekliyordu. Artistik bir hamleyle ardına bakmadan gitmiyordu, ben sana bunca emek verdim bana geleceksin diye bir halden ötekine bürünmüyordu, sessizliğini, vakurluğunu ve sevdiği kadını ve oğlunu kaybetme riskini göze alarak - yani aslında varını yoğunu, her şeyini kaybetme riskini göze alarak - kadınının seçimine saygı duyarcasına bekliyordu. Olduğu gibi. Ama dağ gibi de duruyordu, buradayım gel dercesine.

İlyas da bekliyordu. Ama ıslak bakışları ile hala aynı çocuklukta ve hala aynı avarelikte ki haliyle. Beni seçmeyeceksin de kimi seçeceksin, bunca yıl ayrı kaldığımız yetmedi mi, bize bunu niye yapıyorsun gibi, hayatı, geçen zamanı ve onları ayrı bıraktığı için kadını suçlayarak duruyordu.

Asya yürüyordu, ömrünün en uzun yolunu olabilecek en kısa zamanda katediyordu. Kim bilir ne çok şey düşünüyordu... Kim bilir ne çok acı çekiyordu. Yürek ile beyin arasında kalmak işte öyle bir yorgunluk yaratıyordu insanın üzerinde. Omzunlarından basan, ayaklarından geri geri çeken bir kadın postürü...

Asya tek değildi artık, Asya anneydi... Düşünmesi gereken kendinden çok önemli bir varlık vardı hayatta, oğlu...

Asya belki de tam o anda, Samet'in seslenişiyle veriyordu kararını Cemşit'e doğru.
Ama Cemşit hala Asya'yı alıp kaçırırcasına oradan uzaklaştırmak adına her hangi bir şey yapmıyordu. Oğlu babasını seçmişti beklenildiği gibi ama ya karısı. Canı, cananı onu seçecek miydi ? Kadını özgür bırakıyordu aslında Cemşit. Sadece durarak. Başka hiç bir söz etmeden, hiç bir hareketle kadını incitmeden. Oğlu ona koşarken bir kaç küçük adım atmıştı aşkın hüküm sürdüğü yere. Ama biliyordu oraya giriş izninin olmadığını. Oraya attığı her adımda sevdiği kadını, yol arkadaşını kaybedeceğini biliyordu. Duruyordu Cemşit. Güveniyordu yüreğine, Asya'sının yüreğine. Onun anneliğini, kocasına duyduğu saygıyı biliyordu. Saygının olmadığı bir yerde sevginin olamayacağını biliyordu ve belki de sırf bu yüzden duruyordu, öylece. Kararı özgür iradesiyle almasını sağlıyordu Asya'nın. Sonuçta bir seçim yapıyordu kadını ve geri dönüşü yoktu hayatın, olmayacaktı...

Cemşit dururken, İlyas üzerine gidiyordu. Aşkın o çığırtkan halini gösteriyordu bir kez daha. Al yazmalım diyordu, bakıyordu, tüm cüretleri aynı bakışta toplayarak arzuluyordu... Asya bakıyordu soluğunun sahibine. Gözünde yaşıyordu gidişi, kaybedişi. Bir seçim yapıyordu. Bedeninin doğrultusu güveni, sadakati ve saygıyı seçiyordu. Yani bu üçgenin oluşturduğu sevgiyi. Hayat aşkla yürümüyordu ne de olsa, sevgi sevinç, sevgi saygı ve sevgi pür bir birliktelik, yol arkadaşlığı getiriyordu. Asya'nın tüm beyni, tüm nefesi aşkta kalırken, gönlü ve bedeni onu zorlamaksızın bekleyen sevgiye gidiyordu.
Onun için o efsanevi cümleyi söylüyordu içinden "sevgi neydi?, sevgi emekti...".

Asya, yorgun ama güvenle sığınabileceği limana doğru giderken tüm bedeni bir kez daha, son bir kez daha bakıyordu ardı sıra... Hadi diyordu, hadi al götür beni. Aşk anlamazdı ne bakıştan, ne susuştan, ne de o sözsüz çağrılardan, bilmiyordu. Aşk, coşkun bir nehir misali anca çağlardı, düşünmeksizin önüne katıp yardan aşağı bıraktıklarını, yok ettiklerini, kırdıklarını fark etmeden akardı afet misali... Anlamıyordu İlyas, Asya'nın bakışını, isyanını, çığlığını. Beni terk etti, bizi yok etti, bana bunu nasıl yapar diyordu. Anlamıyordu kadın olmanın getirdiklerini, anlayamıyordu acısını Asya'nın yüreğini kavuran. Koşup kolundan tutup sevginin karşısında dikilemiyordu, cesaret edemiyordu kalıcı olmaya, sevgiye dönüşmeye gücü yetmiyordu. Benliğin yenilmişlik egosuyla onu cezalandırıyordu İlyas. Yani ironik bir şekilde Al yazmalısını cezalandırabiliyordu. Beni kaybettin deyip çekip gidebiliyordu. Halbuki sevgi, olan bitene, aşkın o sınır tanımaz halini görüşüne rağmen kucak açıyordu, koruyup kolluyordu, ısıtarak yumuşatıyordu sivrilikleri ve örtüyordu tüm günahların üzerini güneş gibi, toprak gibi...

Enfes dizelerinde Murathan Mungan'ın yıllar sonra dediği gibi; Asya'nın aşkı kendini temize çekiyordu Cemşit'in sevgisinin yanında ve İlyas, anlayamayan tüm kazananlar gibi terk edip gidiyordu*...

Aşk, İlyas'ın öfkesinde yıllar boyu kadını suçlayarak bir ömrü yakarken, sevgi ise birlikteliğin sevincini, zamanın iyileştiriciliğiyle yoğuruyor ve böylesi bir vakur duruşla bir daha asla kadının suratına "sen aslında beni değil hep onu sevdin" diye vurmazken, tam aksine "sana nefes veren o aşkı değil beni seçtin" diyerek her geçen gün kadınını daha çok seviyor, daha çok benimsiyor ve daha çok ruhuna katıyordu... Birbiriyle bir daha kesişmemek üzere ayrılırken yollar, aslında ele ele o 3 kişi bağıra çağıra bize tam olarak bunu anlatıyordu...

Kadın saygıyla büyüyor, sevgiyle çoğalıyor ve aşkla tamamlanıyordu.
Yani aslında sanıldığının aksine, sabırla ve sadakatle işlendiğinde birliktelik, kadın hiç olmadığı kadar aşka doyuyordu... Ve tabiki yanındaki adamı kendi doygunluğunca mutlu ediyordu.
Belki de ben hala bu çağların olmayan bir yaklaşımla aşkı böyle tanımlayıp/böyle yaşamaya çalışıyordum..
Kim bilir...
Hep söylediğimiz gibi kim neyi bilebilir ki zaten, aşkı bilmeye teşebbüs edebilsin?....

* Murathan Mungan'ın Yalnız Bir Opera şiirinden alıntıdır...

7 Ağustos 2011 Pazar

El Cielo de Canarias / Canary sky - Tenerife [HD]


Just dreaming to be in such an amazing places with u...
"You may say I'm a dreamer"...
You may say I'm.
Say what u want, think what u need...
but still,
I'll keep going dreaming to be with u in such an amazing places...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Acı tat

Çok soğuktu. Esen deli poyraz iliklerimize kadar üşütüyordu bizi.
Boktan bir karanlığın tam ortasında durmuştuk, neden burada olduğumuzu anlamaya çalışıyordum.
Neresiydi burası? Niye bizi çekmişti kendine?
Sesim rüzgarda kayboluyordu.
Endişe duyduğum her an yaptığım gibi küçük bir şarkı söylemeye çalışıyordum halbuki.
Üşüyor, korkuyor ve serdeki erkekliği ön planda tutarak yanımdaki insanlara destek olmaya çalışıyordum.
Yüzlerini net seçemediğim herhalde 5 kişi vardı yakın civarımda.
Rüzgar o kadar kuvvetliydi ki... Gözlerimi zar zor açık tutuyor ve ayakta zor duruyordum.
Köy gibi bir yerdeydik. Ama o karanlık, ah o karanlık yok mu?
Yıldızsız, aysız, hepsinden öte sevgisiz bir gecenin karanlığı.
Daha önce bir kere yaşamıştım böyle bir karanlığı.
Yarattığı huzursuzluğu ve etkisini ard arda bir kaç gün sürdüren o tarifsiz ruh halini hatırlıyordum...
Gözümü açık tutabildiğim her an net bir iki nokta arıyordu algılarım.
Bir kaç çatı, evlerin boyutlarına ve damların şekillerine ait bir kaç ayraç, bir mezarlık, bir çeşme, bir kaç hayvan... Çiftçi araçları, otomobiller ve lokanta arıyordu gözlerim.
Bir çığırtkan, bir anıt.... Hiç bir şey! Hiç bir şey görünmüyordu net olarak.
Kendimi çimdikledim. Rüyada da olabilirdim hani. Canım yandı ve duydum 'ah' sesimi.
Neredeydim? Allahım burası neresiydi? Kimdi civarımdaki bu insanlar?
Bu insanlar ki benimle aynı kaygılarını yaşadıklarını hissettiğim, sezgidiğim, kimlerdendi?
Geçmiş zamanlarda bir âmânın algılarını anlamak için oynadığım bir oyun aklıma geldi. Bütün bir günü gözümde siyah bir bantla geçirmiştim. Sadece duyarak, koklayarak ve hepsinden öte sezerek etrafı hayatta kalmak.
Gözlerimi kapatacak hiç bir şey yoktu üzerimde. Ne bir çaput, ne bir fular...
Kendi isteğimle kapattım bu kez. Rüzgarın o ok gibi çarpışlarına engel oldu hassaslaşmış görme yuvalarımı örten derim...
Bir an durdum. Evimde gibiydim. Rüzgar 1 dakika öncesindeki kadar ürkütmüyordu.
İnsanları umursamıyordum.
Ama sonra...
Bir anda bir takım hareketlenmeler belirmeye başladı görmeyen gözlerimin açtığı algılarımda.
Önümde hareket eden insanlar, koşan çocuklar, güç bela ittirilen at arabaları, el arabaları, kırık dökük traktörler... Ağlayan bebekler, su isteyen ihtiyarlar ve ölmekte olan askerler.
Poyraz sanki tüm bu tabloyu büyülü bir rüzgar misali süpürmeye çalışıyor ve bizi olduğumuz yerde huzursuzluğu ve karanlığıyla hareketsiz bırakıyordu.
Gördüklerim inanılmazdı.
Duyduklarım tarifsiz acı...
Bir savaşı izliyordum. Yaşanmış, bitmiş ve gerisinde hiç bir şey bırakmamış.
İnsanın, insana zulmedişini görüyordum an be an. Nasıl yalvardığını, nasıl teslim olduğunu ve nasıl da çaresiz kaldığını. Neredeydik Allah'ım, neredeydim ben ve niye burdaydım.
Yakınımdaki insanlar kimdi? Delirmek üzereydim.
Atlıların içimi titreten baskın sesi, tüm çığlıkları yarıyor ve suyun senkronize hareketi gibi akan onca insanı yerle bir ediyordu.
Artık istesemde gözümü açamıyordum. Yaşanan her şeyi görüyor, duyuyor ve hiç bir şey yapamıyordum çünkü. Bulunduğum sahne bugüne ait değildi ve ben yaşananların görünmez seyircisi kalıyordum. Tam o anda, bir bebek düşüyordu bulunduğum yere.
Masum, bi'haber ve aç. Hayatta. Onu alıyordum kucağıma. Alabiliyordum. Hali hazırda şimdiye kadar anlamadığım onlarca şey, bu bebeği bağrıma basabilişimle hepten bir muamma halini alıyordu.
Mavi-yeşil arası gözleri bana bakıyordu ve saklıyordu kendini göğsümün arasına. Onu korumam için yalvarıyordu bakışlarıyla.
Onu bırakamazdım. Ama ben orada değildim ki, ne onunla ölebilir ne de onu koruyabilirdim.
Aklımı yitirmeye başlıyor gibiydim. Yaşadığım acı bacaklarımı kırıyor, ölümün o güçlü sesi kulaklarımı tırmalıyor, kucağımdaki bebeğin gözleri içimi dağlıyordu.
O gözleri başka suretlerde çok kez görmüştüm. Bana bir şey anlatmaya çalışıyordu.
Karışan sezgilerim, hislerim ve duyduklarından güçsüz kalan bedenim anlayamıyordu.
Bana dokunan bir şey hissettim. Birinin bana sarılışı. Benim o bebeğe sarılışım gibi bir sarılış.
Bacaklarım ruhumda oluşan ağırlığı taşıyamamıştı. Yerdeydim.
Kucağımdaki bebek belki de gözümün önünde yaşananlardan sonra, hayatta kalan son yaşamdı hiç bir tanımlayıcının olmadığı, topraklarına bastığımız şu köyde ya da kentte...
Deliler gibi ağlıyordum. Çığlık bile atamadan ama hıçkırıklarımda boğularak. Ölüyordum içten. Böylesi bir acıyı kaldıramıyordu ruhum.
Beni saran kollar daha sıkı bastırıyordu kendine beni. Elleri saçımda ve yüzümde, dudakları yanaklarımda bana "aç şu lanet olası gözlerini" diye bağırıyordu ve zorluyordu göz kapaklarımı kaldırabilmek için.
Ağlıyordum boğulurcasına. Gözlerimi açarsam bebeği kurtaramayacağımı düşünüyordum.
Açmayı başardı göz kapaklarımı ve sarıldı bana. Kafamı boynuna gömerken bedeninin, bedenimin titreyişini dinginlemeye çalıştığını hissediyordum. "Geçti, geçti! Yalvarırım sakin ol, yalvarırım topla kendini" diyordu.
Etrafımızdaki insanlar ilk hatırladığım, o aynı tedirginliği paylaştığımız insanlar değildi.
Daha tanıdık yüzler. Daha tanıdık sesler.
Toparlanamıyordum, ama uyanmıştım. Gözlerimi açmıştım ve o sahnede olmadığımın ama bulunduğumuz yerde olduğumuzun farkındaydım.
"Neredeyiz?" dedim, "n'olur söyle, neredeyiz?".
O söyledi ama ben duyamadım. Ağlamam durmuş gibiydi ki yeniden başladım.
Bağırıyordum bu kez uyanan bilincim sayesinde..
"Uyannnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn Aysuuuuuuuuuuu, uyannnnnnnnnnnnnnnnn"
Gözlerimi açtığımda ağlamış, kollarımda bir bebek taşımanın verdiği yorgunluk ve içimi kıyan o savaş yüzünden mideme oturup kalmış bir acıyla yatağımın içerisinde fırlayarak doğruluyordum...
-------------------------------------------------------------------------------
Kurgularımızın ortasında yarattığımız başka bir hikayenin içinde yaşıyoruz çoğu zaman.
Çoğunlukla bilemiyoruz hangisi gerçekti, hangisi yalan ve hangisi rüya.
Sanrılarımızın içinde hepimiz deliyken, teşhisi doğrulanmışlara çamur atmak içimizi ferahlatıyor...
Beri yandan kendi kendine konuşan yazar elleri 'yetenekli' buluyoruz okudukça...
İlginç yaratıklarız vesselam...
Kendi dünyamızı hayal alemine de cehenneme de çeviren bizken, yukarıdakinin ne kadarının kurgu ne kadarının gerçek, ne kadarınınsa duygu olduğunu bilinmezlikle seyrinde bırakıyorum...
Sinop hapisanesini hatırlıyorum...
Gün ortasında aileden birileriyle içinde dolaşırken
- müze haline getirilmiş bir acı yuvasının -
Sabahattin Ali'nin o satırları yazdığı anda uyanmıştım orada,
"Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar,
Beni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül aldırma, aldırma gönül, aldırma"...
----------------------------------------------------------------------------
Kurgu, duygu, sanrı, kendi kendine konuşmalar, bencileyin yansımalar...
Kimbilir...

Dün o gün gibiydi... Bugünse, herhangi bir dünün ertesi günü olmayacak biliyorum...

Gözümün önünden o bebeğin bakışı ve saklayışı bağrımda kendini, bana sarılan o adamın sıcaklığı, güveni ve tanıyamadığım yüzü, gördüğüm savaşın vahşeti gitmeyecek gibi..
Halbuki ben bu ara hiç televizyon izlemedim ki?
-----------------------------------------------------------------------------
Bir sigara istiyordu canım. Ard arda yakılacak ve yarattığı uyuşuklukla unutturacak her şeyi...
Ama biliyordum gün böyle geçecek ve devam edecek her şey hiç bir şey olmamış gibi...
Ağzımdaki o acı tattan başka her şey geçip gidecekti...
Hayat zaten tam da bu değil miydi?
"Güneşim, ayım sana ışık olsun..."
Olsun.
.... ben de bir ışık yaratması ve etrafı parlatmam gibi,
benim de hiç değilse güneşim ve ayım ışık olsun yürüdüğü yollara...
Beklenmedik ve bilinmedik anlarda yaşanan ani şoklanmalar iyi olur derler hep ama...
Sonuçta yoktu çok kısa bir zaman önce,
ve bundan sonra olmasa ne kaybederim ki hayattan acaba?
Yok ama.. Yok, yok!
Hiç ama hiç sevmedi bu fikri midem.
Midem de bir kelebek etkisi,
Güneş mi çarptı ah bir bilsem...
Bir bilsem...

5 Ağustos 2011 Cuma

Gözlerin



Gözlerin gözlerin gözlerin,
ister hapisaneme, ister hastaneme gel,
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte,
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte
Antalya tarafında ekinler seher vakti.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
kaç defa karşımda ağladılar
çırılçıplak kaldı gözlerin
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak,
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün
sevinçli bahtiyar
alabildiğine akıllı ve mükemmel
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar
ve her mevsim ve her saat İstanbul.

Gözlerin gözlerin gözlerin,
gün gelecek gülüm, gün gelecek,
kardeş insanlar birbirine
senin gözlerinle bakacaklar gülüm,
senin gözlerinle bakacaklar.

Nazım Hikmet - 1956

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Yağmur

Mavi Ada'nın "bir-sen"'i var ki sorma gitsin dostum...
O yüzden bu şarkı benim de dostum olan mavi ada'nın bir-sen'ine gelsin... Hatırlattığı için...
Tabii ki bir de ikimizin de ortak can'ı Gizemimize...

Bülent Ortaçgil - Yağmur:


Bugün yağmur bir kadın saçıdır
Yeryüzüne dökülen
Upuzun, ince ince, karanlık kokulu
Sen ki aşk da aldatıldın
Yüreğin taş parçası
Dinle yağmuru dinle
Teselli bul türküsünden
Her şey olur
Her şey büyür
Her şey geçer
Hayat kalır...

2 Ağustos 2011 Salı

Celine Dion - Nature Boy



"There was a boy
A very strange enchanted boy
They say he wandered very far, very far
Over land and sea
A little shy
And sad of eye
But very wise
Was he..."

1 Ağustos 2011 Pazartesi

"Masal Bu Ya"*

Doldum, taşmak istiyorum.

Bir çığ gibi var gücümle inmek göğe ulaşan zirvemden ovalarıma,

Bir nehir gibi özgürlüğümce yıkarak tüm setlerimi dökülmek istiyorum, dağlarımdan vadilerime…

Düzlükte ulaşacaklarımı merak ediyorum.

Eğilmez sandığım bu asi başımın, nasıl da mülayim olduğuna tepeden bakıyorum, özgürce çağladığım ve umulmadık anlarda, gerçek beni biraz daha keşfettiğim şu günlerde.

İsyan ya da başkaldırı yahut sadece ses çıkarma isteği ama öyle öfkeli değil, yoğun yalnızca…

Bir yandan da alabildiğine susma, sadece ‘yaşama’ ve ‘olma’ eylemlerini olduğu gibi, başka bir ‘şey’ olmaya çalışmadan, bir nehrin yolunda akışı gibi deneyimlemek,

Ya da yaşamak işte Nazım’ın dediği gibi, “Bir ağaç gibi tek ve hür” ama “Bir orman gibi kardeşçesine”…

Bilmiyorum, bilemiyorum.

Bedenimin alamadığı, aslında sığdırmak istemediği bir olma, dolma hali üzerimdeki,

Aşkın bedene girip ışıldattığı o ilk günler misali…

Ama aşktan farklı, hem de çok farklı, kesinlikle varlığı aklı kaybettiren bir körlük değil.

Aksine, perdesiz, son derece net, ama yanında ışıl ışıl, göz alan bir yükseklik hali,

Üç noktayla, boşlukta tamamlanmaya gönderilen kelime gruplarından bir kısmı sadece elimden çıkanlar…

Ya içeride kalanlar?

Öyle bir coşup akma isteği var ki içimde ve ilk defa öyle bir susma isteği bırakıyor ki ruhumun her zerresine…

Susma ve duyduğum her şeyin, ama her şeyin;

suyun, ağacın, taşın, arabanın, insanın, toprağın, her ilginin, her sevginin ve her birliktelik ahenginin o sevince salan duygu yoğunluğunu,

bencil bir çocuk misali içimde tutma, gözlerimde yaşama ve öylece durduğum yerde çağlamak istiyorum…

“Herşey yapılabilir
Bir beyaz kağıtla
Uçak örneğin, uçurtma mesela.
Altına konulabilir
Bir ayağı ötekinden kısa olduğu için
Sallanan bir masanın.
Veya şiir yazılabilir
Süresi ötekilerden kısa
Bir ömür üzerine…”**

Dediği gibi şairin, “her şey yapılabilir bir beyaz kağıdı”, orman yapıyorum, nehir kılıyorum ve insana boyuyorum sonunda, eklerken tüm duyguları lezzeti bulsun diye…

Ruhumun, ‘aydınlık beynimin sınırları’ içerisindeyken, bedenden çıkıp hareket edişini izliyorum.

Zamanın varlığını hiçe sayarak veyahut yekpare bütünlüğün farkına varma şerefine nail olarak diyelim,

Coşkuyla sıçrıyor, sevgiyle sarılıyor, özlemle dokunuyor ve sonunda kendi barışını yaratıyor sıkıştığı şu bedeninin görünürlüğü ile sulh ilan eden şu deli ruhum…

Köklerini salan 150 yıllık bir çınar,

Ustalığını ilan eden bir mimar,

Görkemini dinginliğinde saklayarak akan bir nehir,

Gören gözde insan ve fotoğraf karesinde bedenlenmiş anılar oluyorum…

Alice’ın dünyasına açılan kapıdan bu kez beyaz tavşanı değil, sessizliği takip ederek geçiyorum,

Arabamız sihirli tren, yürüdüğüm yollar uçan halı,

Duyduklarımın ve kokladıklarımın bütünleştiği başka gözlerde algı, düşüncelerde kahkaha/gülümseme ile tarifi mümkün olmayan bir şarkı ve ortak bir his oluyorum…

Ben kaybolurken, biz doğuyor ve egonun hüküm sürdüğü benlik küçük odalarına çekilirken, öz, gerçek özgürlüğünü, kelimesiz bir düzenin sessiz melodilerinde buluyordu.

Bir şarkı, bir müzik, birkaç nota arıyordu beynim, başkaları için hayal edilebilir kılmak adına yaşananları

ama

Sessizliğin o enfes melodisine hiçbir enstrümanı, hiçbir el değmiş, göz değmiş, işitilmiş besteyi yakıştıramıyordu…

Sadece bir renk verebiliyordu ve birkaç müzik aletini koyuyordu sahneye,

Gelen kendi duygusallığını, duyduklarını ve anlatamadıklarımdan gördüklerini müzikeştirsin ve tamamlasın diye bu masalı…

Sahnenin ortasında piyano, elektro gitar, davul ve çello, bir trompet, bir saksafon, bir flüt ve keman, sakince köşesinde duran kanuna eşlik ederken,

Sahne beyazlarla birlikte, zeytin renginden neftiye dönen bir yeşile boyanıyordu…

Yokluk varlığa karışırken, gerçek ilk kez bu denli acıtmadan bedenleniyor,

Bunca yıldır, hiç fark etmemiş olsa da ölümü ‘sessizlik’te saklayan içimdeki küçük kız, deneyimlediği bu sözsüz oyundan hiç rahatsız olmuyordu.

Ölümü de özgürleştiriyordu ruhum kilitlediği odadan…

Sessizliğini serbest bıraktığı gibi.

Azad bayramı yaşar gibi gelişiyordu her şey ve hiç bir şey birbirinden kopmuyordu…

İlginçtir, minicik tanıdık bir ışık sebep oluyordu tüm bunlara…

Alice’in dünyasının kapılarını aralayıp geri dönen bir gün yaşanıyordu, şaşırmalardan uzak kalmaya başlamış şu alışkın beynimde…

Hayatlarımızı rüyalardan yoksunlaştıran “gerçek” ise, işte bu yüzden zerre kadar umrumda olmuyordu.

Sorgulamadan, kabul edip, susarak bir nev-i dergah düsturu misali sadece akıyordum… ve Alice’in dünyasındaki günümü unutmamak için bunu sürdüreceğime söz veriyordum kendi kendime.

Ben nerede miydim? Ben kimle miydim?

Gülümseyerek susmayı tercih ediyordum :)

Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, beni o kapıdan geçiren rüyayı içinde barındıran gerçeğin ta kendisiydi. Ne bir afyon sonrası ve ne de alkolün uyuşturucu etkisi romantizmin bu denli gerçekte yaşanmasını sağlayamazdı…

Hiç birinden değilse bile, işte bundan emindim...


Not: * Yaşar (Günaçgün)'ın şarkısının adından alıntılanmıştır...

Not2: ** Yılmaz Erdoğan'ın "Yeni bir sayfada sana bakmak" adlı şiirinin bir kısmıdır...