30 Aralık 2011 Cuma

Başlıksız Başlangıç

Benden beklenen biten bir yıla dair çeşitli hesaplaşmaların yapıldığı ve ardından da, başlayacak yeni yıla dair güzellemelerin süslediği şık bir yazı yazmamdı.
Lakin, olmadı.
Vakitsizlik mi? Hayır.
İsteksizlik mi? Hayır.
Daha çok yeterince dolu dolu hissedememe diyelim.
Gariptir aslında ota boka ağlama tadında bir hal var üzerimde.
Her duyduğuma gözlerim doluyor. Seviniyorum gözlerim doluyor, üzülüyorum gözlerim doluyor...
Böyle zamanlarda feci edebiyat parçalarım ama içimden kopup dışarı düşen her yazı beni de yorar öyle anlarda.
Belki derdim yorulmamak. Ama bu gece yazacağım tuttu işte, gelince durmaz ya zaten bu his/ilham/taşma hali.
Ruhsal olarak yorucu bir yıldı 2011. Sanırım o yüzden yeni yorgunluk yaratımlarından kaçıyor olmam. 25 yıllık yaşam döngüsünün, şimdiye dek en çetin yüzleşmelerini yaşadığım, affedişlerime öncelik tanıdığım, kendimi fazlasıyla dinlediğim, bilendiğim, törpülendiğim, kayıtsız kaldığım ve uzak duramadığım nice olayın ortasında; yaşamıma giren ve çıkan insanların toplamında ne bir eksik ne bir fazlanın olduğu, kazananın yahut kaybedenin ilan edilmediği ve hiç bir suretle ilan edilmeyeceği şu yoğun yılında, duygusal kazanımlarım olduğu kadar yorgunluklarım ve vazgeçişlerim oldu. İçimdeki çocuğu koruyamadığım, aşka karşı duramadığım, öfkelerime yenildiğim ve sevinçleri ararken yıldığım, mesafesi uzun, sınavları ağır, farkındalık kisvesini giymiş bu basit ama mücadeleci yolda, sahip olduğum "şey" gibi görünebilmek adına, kaybettiklerim oldu, yıktığım sınırlar, paspas ettiğim ve kopardığım bağlar ve acımasızlıkla ilan edildiğim olaylar... Zor ama gerçekten zor bir yıldı 2011. Zorluğun yalnızca ölümlerle gelmediğini, zorluğun her şey yolunda giderken de sana o gerçek yüzünü gösterebileceğini anlatan sert ve silkeleyici bir yıl... Unutulmayacak artıları bırakırken, ilk gençliğe dair geri gelmeyecek biçimde alıp götürdükleri oldu... Çocukluk, istesen de koruyamadığın, bir anda kırılan ve hep özleminde kalacak olan o kıymetli hediyeler misali, bir kristal kadar hassas ve bir o kadar hatırda kalıcı biçimde anılardaki yerini aldı yavaşçana. Çaktırmadan, gizlice ve anlatmaya çalışırcasına daha az atılan kahkahalarda kendini, geri planda ki yerini yaptı bu mücadeleci yılda.
Yazılardır kalacak miras kendinden sonra gelecek tohumlarına, sırf anlasınlar ve farkına varsınlar başlarına geleceklerin diye... Para, fırsatlar ve öğütler yaramaz bir yaşam örgüsünü anlatmaya. Yazılar, başlı başına birer yaşam kesiti halbuki. Bir iz, bir "bir musubet" hikayesi...
Aslında hepsinden öte sana kalacak yazdıkların. Sana rağmen. Ne olmuştu unutma diye. Göz ardı edeme, yanılsamalarda pembe masallara meyletme ve hep hatırla diye seni sen yapanları.
Neyse... Mücadeleci bir yıldı 2011. Buraya yazdıklarım yalnızca iç dünyamdaki çatışmaların izdüşümleri. Yanında çekilmesi zor, sorumsuz ve dingil iş arkadaşları, sesini duyuramadığın dostlar, etrafta dolaşan ve bir türlü kurtulamadığın o arkadaş müsveddeleri, dost bildiklerine vakit bile ayıramadığın, yanında olan olamayan, sevgisini bildiğin, hissettiğin tüm o insanları özleyişin, inanılmaz kardeşlere sahip olduğunu her an fark ettiğin, renkli, sinir katsayısı yüksek, charming etkisi kuvvetli, her şeye rağmen gülebildiğin değişik bir yıldı 2011.
Özlemlerin pek gündeme gelmediği, hasret denilen boktan uzak durulması tüm aşka yenilişlere rağmen başarılabilmiş, ciddi silkelenmeler sonucunda çok ciddi temizliklerin yapıldığı-özellikle dost bildiklerim arasında-, onur-saygı-saygınlık üçgeninin içini doldurma şansı bahşedilen ve bu açıdan bakılınca, hepsinden öte belki de sırf bu yüzden çok kıymetli bir yıldı.
Bir kadının onurudur koruması gereken bence. Yukarıda tutabildiği başı ile, namusun iki bacak arasında olmasından çok öte, yürekte namuslu kalınabilmesi esasının ön planda olduğu bir onur kavramıdır, tüm potansiyeli, gücü, yapabilirliği ile çalışırken, severken, sevişirken ve konuşurken...
Konuşmak demişken; sessizliğin biraz daha öğrenildiği bir yıl oldu bu yıl.
Ölümle özdeşleşmiş acı verici sessizlik, yerini gürültüler yüzünden duyamadıklarını işitmeni sağlayan bir sessizlikle yer değiştirdi.    
Yani demem o ki, eyy 2011; "iyi ki vardın, hem aldığın, hem çaldığın, helal helal sana..."*
ve,
Hoş geldin 2012, sefalar getirdin... Seninle geleceklerin başımızın üzerinde yeri var. Haydi bakalım rast gelsin...

*Sertab Erener - Koparılan Çiçekler şarkı sözü

28 Aralık 2011 Çarşamba

Gözyaşı ve Müzik

O kadar güzel bir müzik dinliyorum ki şu anda....
O kadar güzel ki...
Nefis bir keman ve piyano ile başlayan her şey, akordeon ve belki bir obuanın eşliğinde hücrelerime işliyor...
Kelimelere ihtiyaç duymuyor insan,
konuşmak gereksiz, kimselere ihtiyaç yok anlattıklarını duyabilmek için...
O kadar güzel bir müzik dinliyorum ki şu anda,
Gözyaşlarımın, anladıkları karşısında özgürlüğe kavuşma isteklerine karşı koyamıyorum....

24 Aralık 2011 Cumartesi

Finalizing...

System is loading....
I'm processing all of the thoughts in my mind...
Focus on finalizing all the workload standing on my shoulders...

See you after 3 weeks...

22 Aralık 2011 Perşembe

You can't see...

It breaks my heart ‘cause I know you’re the one for me
Don’t you feel sad there never was a story 
Obviously, it'll never be

You will never know
I will never show
What I feel 
What I need from you no
You will never know
I will never show
What I feel 
What I need from you

With every smile comes my reality irony
You won’t find out what has been killing me
Can’t you see me, can’t you see?
......

Evet
ben hiç bir zaman göstermeyeceğim ve söylemeyeceğim nelerin beni acıttığını, ne istediğimi, ne hissettiğimi ve neye ihtiyacım olduğunu...
Sen de hiç bir zaman bilmeyeceksin...
Zamanla tamamen affedeceğim kendimi, 
söyle-(ye)-meyeceğim tüm o şeyleri hissettiğim için....




18 Aralık 2011 Pazar

Yalnızlık

Allah'a mahsus derler ya...
Sende ki parça da Yaradan'dan geliyorsa- hani sen buna inanıyorsan,
yalnızlıktan korkmanı açıklaman için başka bir dünya düzenine ihtiyaç duyman gerekmiyor mu canım kardeşim??
Yani demem o ki, kadınsız uyuyamayan erkekler ve erkeksiz kendini tam hissedemeyen kadınlar,
Zerdüşt'ten, Ermiş'ten ya da Mevlana'dan anlamadığınız aşikâr da,
size nefes aldırandan da bi'habersiniz ya, işte buna acırım, insan kardeşlerim.
Neresinden tutup da size neyi anlatmalı bi'anlasam, ah bi'anlasam...

16 Aralık 2011 Cuma

Sırayla

Dün akşam sıradan başlayan sohbetlerin yerini aldı aşk birdenbire.
Tüm geçmiş aşklar ve isyanlar masaya yatırıldı tek tek...
Temize çekilmiş olması gerekirdi geçmişin şairin dediği gibi.
Farkına vardım ki, kalbim aslında hiç birini tam olarak affetmemişti.
Biri hariç...
İnsanın "kendini" affetmemesi olmaz zaten lakin geçmişin, geçmişte, sorgusuzca bırakılması gerekliydi...
Nasıl affediliyordu insanlar ?
Nasıl bırakılıyordu giden özgürlüğüne
ve geri gelmeyecek oluşuna duyulan öfke nasıl yok ediliyordu,
hatırlamaya çalışıyorum...
Masaya yatırıldı sırayla tüm geçmiş aşklar...
Muhtemelen bir an için bile olsa hatırladı zihinleri beni, bana dair bir şeyleri...
Özlemle, hayretle ve kimi zaman öfkeyle bahsettim çünkü, yani yürekten,
                             ...hatırlasınlar diye....

No more words...

Ne ben sana kızarım, 
Ne de zatın zahmet edip bana küssün. 
Artık seninle biz, 
Düşman bile değiliz.


Nazım Hikmet Ran


PS: Hatırlattığın için teşekkürler Bir'senim... 



15 Aralık 2011 Perşembe

.

GİZEMim SENİ ÇOK ÖZLEDİM! püf...

Söz-de takılmaca

Ne garip kelimedir vahşi...
-ce sevmek olunca arzu,
-ce katletmek olunca iğrenme ve isyan,
-ce öpmek olunca 10 yıllık yalnızlık çağırıştırıyor...
Vallahi anlamıyorum insan beynini, hiç anlayamamış olduğumu ise bu ara sık sık fark ediyorum...

Oyhhh

Yok ya....
İtiraf ediyorum ben iflah olmaz bir romantiğim.
Bu güzel tabii ama ironik olan, bunu buz gibi halimin ardında gizliyor olmam.
Mizaç işte, onu değiştirmeye uğraşamayacağım ama ... zor kadın işte yapacak bir şey yok. "Yiyorsa gel" durumu ;)
Bak mesela, alt tarafı şarkı dinliyorum...
Gözümün önünde oluşanları bir görsen...
Önce mekan belirdi, sonra detayları, aynı anda renkler...
Beyazlar, morlar, kırmızılar ve yeşiller...
Yumuşak minderler, sert koltuk iskeletleri, asimetrik konumlanmış eşyalar-tüm simetri dürtülerime inat...
Kırmızı şarap, makarna sofrada...
Sohbet güzel, sohbet yakın...
Kıyafetler abartısız ama düşünülerek seçilmiş.
Işıklar sarı, yumuşacık, görünür kılan ama yormayan,
paketinden çıkarılmamış olarak vazoda duran çiçeğin kokusu etrafı saran...
Sonrası planlanmamış bir "o an" hali...
Arkada bir müzik, varlığı belli ama sohbete katılmayan.
Gülümsemeler bakışmaları, eller istekleri gizler gibi...
Yok yok, bana bazı müzisyenleri dinlemek yasaklanmalı :)
Birsen Tezer gibi mesela...

Sorgu

Bilimsel bilgi birikimim konusunda değil bu düşüncelerim. 
Peki ya hayata dair bildiklerim...
Bizzat yaşadıklarımla biriktirdiklerim ve 
tüm o gözlemlerim-günlerce ve gecelerce üzerine düşündüğüm tüm insanlık halleri... 
Ya hepsi bir anlık yanlış farkındalık an'ının sanal oluşumlarıysa... 
Gerçeklik neresindeydi hayatın, ne zaman emin olabildik ki? 
Gerçeklik, egonun yarattığı mükemmel düzenlenmiş bir "sahte hayatın" süslü ismi değil miydi? 
Mutluluk, zorunda bırakıldığımız doğallıktan yoksun bir çırpınış, 
huzur ise anlamını bir türlü bilemediğimiz karışık bir kavram,
kaos hep korktuğumuz doğal sürecin ta kendisi değil miydi? 
Kadınlık mesela, bu mükemmel gerçek dizaynında, "mükemmel beden" ile özdeş, 
Erkeklik ise nedeni sorgulanmayan içi boş kıskançlık, gövde gösterisi ve şiddet ile birleştirilmemiş miydi? 
İnsan olmak ne demekti? 
İnsan gibi yaşamak.. Neydi erdemlerimiz, öğrenmiş olmamız beklenen ?
Sadakat, doğal sürecin getirdiği çok eşliliği, hangi sanal olmayan düzende yeniyordu?
Gerçek, benim deney setimin sonuçlarının ötesine geçebilmiş miydi?
Neydi gerçek? 
Hangi mutluluk anı sonsuza dek sürüyordu ve mutluluğun tanımını kim yapmaya cüret ediyordu?
Kafam karışık biraz... 
Kafam karışık bu ara... 
Oturup düşünmeye bile fırsat bulamadığım şu aralar, sosyal belleğim bildiklerini ve biriktirdiklerini  sorgulamakta. Bilimsel bilincim ise elektrik hattını her an daha fazla arttırmaya çabalamakta...
Karışık kafam biraz. 
Sanal olması çok muhtemel, bu kısır ve kısıtlı sistemin yarattığı sözde mükemmel düzenin tam ortasında, 
ruhum,
mutluluk denilen boş duygunun çok ötesinde, bir sevinç bahçesi yaratmaya çabalamakta...
Karışık düşüncelerim ve çalıştıkça açılan zihnim, araladığı perdelerin sebebini, kıvılcım saçan elektrik hatlarına bağlamakta... Yani karışıklıktan ve sorgulardan fazlasıyla keyif alır durumda. 
Demem o ki, senin mutluluk sandığın, koca bir sanrı, ortasına seni, bizzat seni hapsettiği
ve yok mu o gerçeklik diye direttiğin şu harika düzen;
uğruna şeytanın avukatlığına soyunduğun o renkli düzen, aslında gözünü boyamak dışında,
bir boka yaramamakta... 
Üzgünüm dostum, karamsarlık değil benimkisi, 
alenen GERÇEK, inat etsen de, kabul etsen de, işte bu, GERÇEK-liğin ta kendisi!

11 Aralık 2011 Pazar

Dün Gece sandığım bugünün sabahıydı aslında

Zaman: Bahsettiğimiz saat 11 aralık gece 03:40 suları...
Mekan: Teknolojinin uzağında ve huzurlu bir oda, çok aydınlık olmayan...

- "Her şey iyi olacak, değil mi?" dedim,
+"Bereket" seni bekliyor dedi.
-"XXX 'e ulaşmayı becerebilecek miyim?" dedim.
+Net bir "Evet" dedi.
-"Gönlüm ZZZ konusunda çok huzursuz, arada kaldım, bilemiyorum n'apcağımı, n'apmalıyım" dedim;
+"Zamana Bırak" hallolur dedi.

Ne siz sorun bu akla ziyan muhabbeti kiminle ettiğimi,
Ne de ben anlatmayı deneyeyim...
Lakin, belirtmem lazım ki, çok iyi, çok iyi geldi!

10 Aralık 2011 Cumartesi

Hayalperest

Kızımın adı yüreğimde, gönlümün derininde gizli...
Sır gibi, iz gibi...
Oğlumun adı gözümde, bakıp da görebildiğimde...
Bir yerde afiş gibi, öte yanda mühür.
Aklımda binlerce şüphe, kalbimdeyse sakinlikle karışık bir kabul...
Yinede geriye kalan tek bir soru var geçip gidilemeyen;
Neredesin? 
Neredesin ki sen? 



9 Aralık 2011 Cuma

ANKARA'ya...Ankara'ma...

Bir arkadaşım paylaşmış bu yazıyı...
Kesinlikle doğru herşeyiyle... Mor renkli olanlar yazının aslı. Siyah renkliler benim eklemelerim...

"Dostluktur ANKARA, kardeşliktir, "bize gidelim"dir, "bizde yiyelim", "bizde kalalım"dır, "bende para var, sen gel"dir. Sevdiğin ve sürekli gittiğin bara, kafeye ve çalışanlarına aşina olmaktır, bara geçip servis yapmak, çalışanlarının hayatına karışmak onlarla arkadaş olmak ve yeni bir ev yaratmaktır. Beraber dayak yiyip kahkahalarla seneler boyu hatırlamaktır. Bir anda Kızılayın göbeğinde cop yemek, sonraya ağrıyan her yerine değilde, sisteme duyduğun siniri parkta simit yerken ağlayarak çıkarmaktır. Ağlamak demişken, sokak ortasında salya sümük, yani önünü görememecesine ağlamaya korkmamak ve etraftakilerin sana mendil verip noldu yavrum/hayırdır arkadaş demesidir-tanımasalarda. Sevgidir ANKARA, İzmirli İstanbullu gibi denizini boğazını değil, sebepsiz yere seversin Ankarayı, tıpkı anneni sever gibi karşılık beklemeden. Çat kapı gelen arkadaştır, iş yerini basan, seni gün içinde-her gün görüşmenize rağmen-arayan arkadaştır, alışkanlıklarını bilen, seveceğin şeyleri görünce seni hatırlayan ve aratan dostlardır Ankara... Ayıptır ANKARA, "yanında kız arkadaşı var, boşver"dir; sırf bu yüzden bakan taraf erkek olsa bile kafasını çeviren-aslında hoşlanmış-kadındır, erkek arkadaşı rahatsız olmasın diye kendini paralayan erkek kankadır, yoğunluktan yemek yemeyi unuttuğun zamanlarda senin evine kendi rızasıyla taşınan, ses çıkarmadan oturup sana yemek yapan, çay demleyen, meyva soyan ve tüm hıncını paratoner gibi çekip rahatlatan dosttur ANKARA.  İçindeki Anadolu hamurunu kaybetmeyen tek büyük şehirdir- bu yüzden bir tarafı hep muhafazakardır, mini etek giymez, göbeğine kadar açmaz erkek bedenini, kendini zorla teşhir etmez ve hiç bir koşulda ulu orta yerde sevişmez ANKARA; işte bu yüzdendir ki, sizin orada dost dediklerinize biz Ankara'da arkadaş deriz, bizim Ankara'da dost dediklerimiz maalesef sizin orada yok...Bozkırda güneş batışı ve doğuşudur Ankara. Öylesi bir mor olmayışıdır Güneşle kendini sana gösteren. Güneşi doğurduğun gizli mekanlarının olmasıdır, sırlarının harbi sır kalmasıdır. İyi müziktir, kaliteli sanattır, şık giyinip tiyatroya, konsere gitmektir ve sanata duyulan saygıdır, şarkıcı değil sanatçı yetiştirmektir Ankara. Ankara'da aşık olmak çok başkadır çünkü çok yalnızsındır. Ne bir deniz vardır sığınacağın, ne büyüsüyle herşeyi sana unutturacak bir boğaz etrafta... Tüm acılarını, ölüm sancılarını, aşkla yanışlarını, ruhunun parçalanışlarını dostlarınla konuşarak, yollarında dolaşarak, gri binalarına anlatarak ve kendine ait gizli sığınaklarında sessizce ağlayarak yani Ankara'da güçlenerek iyileşmektir ve gerçeği hiç kaçırmamak. Memuriyeti bilmektir, çok paran olsa da gösterişten kaçınmak...Sen uyumasan da ve eğlenecek olsan da sokakta gece 11 den sonra ses yapmamaktır ve utanmaktır ayarı kaçırınca. Utanmak vardır bizde hala, yanaklarımızın kızarması ister inan ister inanma... Atasına yakın olmaktır, hepten bunalınca gidip ona sığınmaktır. Kuğuluparktır, Seğmenlerdir, Meclistir, Bahçeli 7dir, Tunalıdır, Kızılaydır, Ulustur, Kaledir ve ağırlığı-ve hoşluğuyla Çankayadır Ankara. Ayaş domatesi, mahalleleri, ODTÜsü, Hacettepesi ve Ankara Kolejidir. BİRBİRİNİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARAK KONUŞMAK, BİRBİRİNİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARAK SELAMLAŞMAK VE GÖZ GÖZE GELİNCE YOLDA TEHDİT OLARAK ANLAMAMAKTIR. "Nasılsın?" deyince durarak ve zaman ayırarak "iyiyim sen nasılsın?" demeye vakit bulmaktır, yürüyen merdivenleri dinlenmek için kullanmak, otobüste yaşlıya 'hala' yer vermektir sırtındaki 5 kg yüke rağmen. Dostluğu ön planda tutmak, kankan için gerekirse sevgiliden olmaktır, sevişmeyi bir gece sallamaktır ağlayan kız kardeşi sakinleştirmek için onunla kalarak ve şehrin ortasındaki parkta el ele ve göz göze romantizmi yaşamaktır seve seve... İnsanı sık sık boğan bu gri ve hantal devlet erkanının hüküm sürdüğü "lojman griliğinde" yaşamaktan zevk almayı becerir olmaktır!
Ankara'yı sevmek Ankarayı anlatmaya bile gerek duymamaktır ya, içimden geldi bu kez, pusunu biraz aralayım dedim senin Güzel Ankara...

8 Aralık 2011 Perşembe

Bi kot bi tişört: Acele Koca Aranıyor!

Bi kot bi tişört: Acele Koca Aranıyor!: Dün gece herkes gibi ben de Pucca’yı izledim Okan Bayülgen’in programında. Hem bir kadın, hem bir blogger olarak yeterince utandığıma göre,...

5 Aralık 2011 Pazartesi

:)

Ey sevgili okuyucu...
Şimdi,
-aslında düşünme eylemini sululuk yaparak bozmak istemesem de-
hemen alttaki yazımı tekrar okuyunca,
serbest çağrışımın aklıma ilk getirdiği dizeleri paylaşmadan edemedim... 

Öyle ya;
"Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da, 
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil" 
hani .... 
;) 

Hangisi ?

Kendin olmak mı zor,
yoksa
sen zannettiğin bir başkasına ait hayatı yaşamaya çalışmak mı?

4 Aralık 2011 Pazar

Karar

Şaka yapıyorum zannediyorlar...
Anlamıyorlar kafam atarsa yapabileceklerimi!
Bir bavul benim evim.
Karar verdiğim an, yalnızca bir bavulla dünyanın başka bir yerinde olabileceğim ihtimalini hayal edemiyorlar. Bavulumun içinde defterlerim, bana yüzlerini hatırlatsın diye sakladığım elektronik fotoğraflar ve iki parça eşya.
Tanımıyor hemen hemen hiç kimse bu tarafını benliğimin.
Çok net! Gidemem, yapamam zannediyorlar.
Nafile çabaları dış dünyanın.
Bir tek bavul ve ben, dünyanın herhangi bir yeri benim evim.
Karar verdiğim an...
Arkama bile bakmadan, hiç var olmamışçasına silerek büyük bir çoğunluğu,
gidebilirim.
Bu yavşak düzenin, ego tatmini sağlayan oyunlarına malzeme olmaktansa,
çoğunluğun yersiz-yurtsuz dediği "dünya benim evim" sloganlı bir yalnızlığı HER ŞEYE tercih ederim...
Zorlamayın beni lütfen! LÜTFEN!!
Gitmeye karar verirsem eğer;
içimde bitiririm ben önce, herkesi ve her şeyi, tüm anılar, tüm acılar ve tüm neşeler ile birlikte ....
İşte o zaman geri dönüşü olmaz bir biçimde sıyırmış olurum benliğimi ve varlığımı tüm yaşanmışlıklardan.
Yaptırmayın bana bunu, koparttırmayın bağları...

İçimdeki Ses

İçimdeki sesleri dışarı çıkaramıyorum!
Derimi yırtıp dışarı çıkacak ve biriktirdiği her şeyi bir çırpıda söyleyiverecek gibi...
Çığlık çığlığa ve etkisi güçlü bir senfoni içimdeki.
N'oluyor anlayamıyorum.
Merak edilesi, keyifli ve anlaşılmaz...
Korku mu üzerime saldığı? Hayır!
Merak, herkesin ve tüm bilinenlerin ötesinde bir merak.
Konuşamıyorum, kelimelerim yetmiyor. Sessiz kalışlarım o yüzden...
Sevgim taşıyor gibi, peki bu sevgi mi fazla gelen?
Bilmiyorum, gerçekten bilemiyorum...
Bugün tam da tüm bu taşmaya yüz tutmuş yoğunluğumu düşünürken,
kalabalıkların ortasında 3.5 kişi gördüm.
Sessiz bir muhabbeti sürdüren 3 yetişkin ve arabasından farklı bir sessizlik ve merakla onları izleyen bir bebek.
Lâl bir çiftin, hatta böylesine özel bir ailenin çocuğu olmak nasıl bir şey acaba?
Sessizliğin sükûneti insanı an gelip de boğarsa,
nasıl sürdürülür hayat, çıkarılamayan seslere duyulan öfkeyle, hiç düşündük mü boş bir anımızda...
Sevgiyi yalnızca sözcükler mi gösteriyordu peki bunca yıldır, hani insanlığın başlangıcından bu yana?
Dil icat olup da gönülleri kırmadan önce;
gözler ve eller yeterli gelmiyor muydu sevgiyi anlatmaya?
Kokuları hiç karıştırmıyorum bile, çoktan unuttuk sevdiklerimizin kokuları içimize doldurmayı koşulsuzca ve sorgusuzca...
Koklayamadık birbirimizi; "dil"in yaratacağı şuursuz ve yalan, hatta sanal duygulardan çekindik ve bilemedik sevginin en pür hallerinden birini kokularla taşınan...
Kelimelerin soğuk koridorlarına ne zaman bu denli mahkum edildik sevgiyi anlatmak için?
O bebeğin sessizlikte bulmayı becerdiği sonsuz sevgiyi, güveni ve huzuru,
Ey AŞK! geldiğinde çıkaramadığım kelimelerimden aktarabilecek misin?
Biliyorum yakındır geliş vaktin, hissediyorum...
Peki bana unuttuğum tüm o dil cambazlıklarını hatırlatmayı başarabilecek misin?
Gönül kırdırtmadan, yara açtırmadan ve beni acıtmadan...
Çığlık çığlığa ve etkisi güçlü bir senfoni içimdeki.
N'oluyor anlayamıyorum, anlayamıyorum elimde değil...

1 Aralık 2011 Perşembe

?

Sinemaya gitmek istiyorum, şöyle ard arda iki film izleyip 5 saat sonra sinemadan çıkmayı,
konsere gidip sevdiğim sanatçıların canlı performanslarını dinlemek istiyorum, elimde su şişesi çığlık çığlığa şarkı söylemek istiyorum....
Çok şey mi istiyorum?
Sanmıyorum!.
Çok şey mi istiyorum????
bilmem soruyorum işte, çünkü yapamıyorum...

29 Kasım 2011 Salı

Açık Mektup

Hayat beni yoruyor bu ara... pek halim yok!
Dostlarımı arayamıyorum, unutmuşum öğretmenler gününü misal, bana hayatı öğreten Hocalarıma bir telefon edemedim, sözleştiğim arkadaş-kardeşlerimle sözleştiğim günü yaşadığımın farkına bile varamadığım zamanları deneyimliyorum.
Günler su gibi geçiyor ve yetiştirmek zorlaşıyor işleri... .uykulardan ve dinlemelerden çalıyorum...
Tez ve tüm başvuru krizleri bittiğinde hayatımda kaç kişi kalacak beni her halimle kabul eden, inanın buruk bir merak içerisindeyim...
Sonuçta herkes haklı, vefa da karşılıklı...
Ne desem boş lakin açık bir "kusura bakmayın"dan başka...

Seni Çektim İçime

Bir depresiflik var üzerimde hayırdır işallah...
Bunun PMS etkisi olduğunu ve geçeceğini ümit ediyorum!

"Seni buldum içimde yara diye, sar diye diye,
Zamanları topladım, al diye, kal diye diye..."

Depresif olmak işime gelir aslında benim. Bulaşmaz pek kimse bana, yalnızlığımla baş başa etki faktörü yüksek yazılar yazarım.
Ne yalan söyleyeyim bu ara, bu sıkışıklık, hep bir şeyleri yetiştirme çabası içinde olma hali, yorgunluk ve yoğunluk arasında çok depresif olmasam da olur hani...

Ama şarkı çok iyi yahu, çok iyi...



Hakikaten içirtir sigarayı ardarda, koyduğu o duman resmine eşlik et diye, öl diye diye...

Hızla kaçan yıllar...

Rüya gibi uçan yıllar biraz durun, durun biraz
Kaybolan günlerim için hesap sorun, sorun biraz
Güzel bir kumral uğruna küstüm esmer beyazlara
Bu akılsız garip başa şimdi vurun, vurun biraz

Oh be...
Rüya gibi uçan yıllar biraz durun, durun biraz...
Öyle.
Durun biraz... durdursa keşke birileri benim için bu hızla geçen zamanı bu ara,
                                                                                                    biraz...

27 Kasım 2011 Pazar

Sil Baştan...

Şarkıyı söylemeye başladım bir anda...

Sil baştan başlamak gerek bazen, hayatı sıfırlamak, 
Sil baştan sevmek gerek bazen, her şeyi unutmak.....Unutmak....Unutmak....


Bok.
Çok iyiydim. Bir bütün olarak. Beynen, ruhsal ve bedenen çok iyiydim...
"Olabilir mi gerçekten, yeni iyi gelir mi?" derken tam...
Bok.
Epi topu 10 kişinin bildiği bir hayali, dün sordu bu 10 kişiden biri.
Aklıma getirdi yine seni.
Bok etti yani.
Yine aklıma getirdi ortalıklarda karşılaşma ihtimalimizi...

Herhalde gittiğimde üzülmeyeceğim tek şey, seni bir daha hiç görmeyecek oluşumdur...

25 Kasım 2011 Cuma

:)

25/11/11 yani bugün.
Akademik hayatımın ilk sözlü sunumu yaptım bugün!
Güzeldi çok güzel oldu..
Çok mutlu oldum.
Işıltılarımı hissettim, ışıklaştığımı...

Mavi'nin Ada'sına...

Yazı yazdırdın bana gecenin 3'ünde...
Kadın sırtını dayamak ister erkeğine...
Korunduğunu, kollandığını ve hep kendisi için tetikte olunduğunu bilmek ister.
Sevilmek ister, bir kız çocuğuna gösterilen şefkatle, ilgiyle ve yeri gelince arzulandığını ve tutkuyla özlendiğini bilerek erkeğinin gözlerinde...
Kadın, kadınlık onurunu yerlere sermeden teslim olmak ister yahut şöyle diyelim
teslim olmak istediği bilinsin ama kadınlığı hep onore edilsin ister...
Erkek yanında güçlü, ayakları yere basan ama erkekliğini ona hissettirecek, gücünü takdir edecek ve anne şefkatiyle kendini severken yanında dişiliğiyle baştan çıkaracak kadınını ister...
Can Baba'nın Kadın Dediğin ve Erkek Dediğin şiirlerindeki gibi yani.
Ben işte bu -mış gibi görünülen keyifli oyunun melodik uyumunu gördüm fotoğrafınızda..
Bilirsin beni, kassam da söylemem lafa gelince bunları.
Ama yazmak yok mu, gönlü boşaltma olanağı...
Çok sevindiğimi biliyordun ya kuzum.
Görmek sizi bir küçük fotoğraf karesinde; "olmuş bu" dedirtti ve kat be kat mutlu etti derinden...
Ala! Ne ala....
:)

20 Kasım 2011 Pazar

Özgürlük ve Öfke

Önce özgürlük... Özgürlüğe dair şimdiye dek duyduğum en çarpıcı ve etkileyici dizeler...

"Hep özgür olmak istemişti..Bizim evimiz ona hep sıkıcı gelmiş, kendini hep mahkum hissetmişti...
Mutluluğu evinden uzaklarda aradı. Şimdi gittiği evde de aynı duyguları yaşıyordu ve biraz olsun soluklanabilmek için eski hapishanesine dönmüştü.
Özgür bir hayat, hayata karşı sorumlu davranmadan mümkün olamaz,
Sorumsuz bir özgürlük arayan, gittiği her yere içindeki hapishaneyi götürür,
Ruhu mahkumdur çünkü..." 


http://diziport.com/oyle_bir_gecer_zaman_ki-izle/49_bolum/7

"Yeter ulan yeter... Tamam ulan ben aşağılık bir adamım, tamam.

Tamam kabul ediyorum aşağılık herifin tekiyim...  
Bana her bakışında gözün, kaşın, saçın bana aşağılık bir adam olduğumu söylüyor, yeter usandım ulan.
Usandım yeter, ben sana kötü birşey yapmayacağım, yanlışlıkla geldim ben buraya, benim odam zannettim..
Allah allah ya!
Her seferinde beni böyle aşağılayıp eline ne geçiyor Cemile, ne geçiyor Cemile...
Gebersem de kurtulsam ulan allah kahretsin, allah kahretsin, gebersem de kurtulsam...
........
Sev beni...
Cemile n’olucam ben????? Ha Cemile, ben n’olucam???"


ve ardından son sahneyle ben de uyanan 3 kelime...
Acı veren öfke!
Yakıcılığı büyük ve etki alanı hayal bile edilemeyecek olan,
Sahibini ve etrafını her an daha çok yakan,
Utandıran, aşağılatan, korkutan ve dindirilemeyen...
En çok da biriken nefret herhalde tepkileri çoğaltan ve hep bilenmiş tutan insanı,
kalbin yumuşatıcılığına ve unutabilmenin getirdiği özgürlüğe inat...

Bunları yaşatmıştı bana bu sahne..
İyi bir yapımın, yüreğe dokunan kısımlarından yalnızca iki tanesi aslında...

Nazım'a...

Seni düşünüyorum duygularım yüreğimde sıkıştıkça ve
öfkem acı vermeye başladıkça, yaşadıklarını düşünüyorum...
4 duvar arasında geçirdiğin yüzleşmeleri,
umutsuzluklardan doğurduğun yeni umutları ve yılmadan özgürlüğü bekleyişini anlamaya çalışıyorum;
çaresizlik kıskıvrak sardığında etrafımı...
Abidin'e mutluluğu sorarken ruhunda taşıdığın sızıları ve
Uzak ülkelerde, özlediğin İstanbul'u yalnızca hayalinde görebildiğin ve yine de;
ille de sevgi dediğin ve umut diye haykırdığın dizelerini buluyorum karşımda,
bir gün memleketi bırakmak zorunda kalma ihtimalim yaklaştıkça gün be gün...
İyi ki yaşadın Nazım'ım...
İyi ki yazdın.
Sen bana bu toprakların bahşettiği en kıymetli Usta'lardansın...
Benim gibi çok kişi var seni özlemle anan ve hep sevecek olan..
Biliyor, görüyor ve duyuyorsun; biliyor ve hissediyorum...
İyi ki doğdun Nazım!
İyi ki doğdun Mavi Gözlü Dev...


17 Kasım 2011 Perşembe

Güzel Günler

Bugün evdeydim sabahtan.
Sabahları acelesiz, sakin sakin  uyanmak ve güzelce kahvaltı etmek, sevdiğim bir insanla...
Hep sevdiğim ve bu gıcık dünya düzeninin en önce elimden aldığı şey bu alışkanlığım.
Annem vardı bu sabah yanımda. Sohbet ederek, televizyona bakarak, müzik dinleyerek bir kahvaltı.
'Güzel' dedim içimden, 'çok güzel'... Çok uzun zamandır kullanmadığımı fark ettim bu kelimeyi "güzel"!
"Görebilecek miyiz sahiden güzel günleri" diye sordu derinlerimde bir yer...
Daha içeriden sıcak, samimi ve güven veren bir ses devam etti "İNAN!".
'Neye' dedim kendi kendime... 'Neye inanmalıyım ?'
Aynı kararlılık ve güven hissi ile tekrarladı tek bir kelimeyi: "İNAN!"...
'Pek'i dedim gelişine, omuz silkerek.
Müzik dinliyordum-şimdi olduğu gibi...
Yazmaya başlamadan "spor yap" diyen dürtü gibi, bugün de "dans et" dedi o sırada..
Dans ettim en az 15 dakika.
Kendi kendime ve keyiften kahkahalar atarak...
Nefesim oynamaktan ve gülmekten zorlanmaya başlayıp oturduğumda;
Halkalı Şeker türküsünü bu denli sevdiğimi, şimdiye dek hiç bilmediğimi, o an fark ettim :)
Hepimiz dansın iyileştiriciliği sayesinde iyiydik...
Ben, egom ve ışık habercilerim...

12 Kasım 2011 Cumartesi

Mı Acaba?

N'olur saçımı mora boyasam...
Sıyırdı diye damga mı yerim?
N'olur deli diye arkamdan konuşulsa?
Ben benliğimden bir şey mi kaybederim?
Hiç de değil!
Ama sen yok musun, sen, bir kişiye daha tanımadan bok attığın için çok şeyi kaybedersin ama nafile!
Nasılsa, YİNE, ne halt ettiğini anlamayacaksın...

Vakit Tamam

Derinlerimde bir sızı.
Geldi yine temizlik vakti.
Hayatını silkeleme, dost müsveddelerini masaya yatırma ve onları itinayla kızartmanın vakti geldi.
Acı, yeniden ve yeniden bunu yapmak zorunda kalmak...
Çok acı!
....

7 Kasım 2011 Pazartesi

Fahişe Gönül

Acıya karşı yalama olmuş bir ruha sahip olmakla,
Erkeklere, amaca giden herhangi biri gözüyle bakan ve
sevişme eyleminin, "ruhunun çıplaklığını paylaşmak"
demek olduğunu topyekûn unutan, 
"... salak" fikirlerin sahip olduğu,
aynı fahişe gönül işte,
gerisi yalan...

6 Kasım 2011 Pazar

Yozlaşma vs Masumiyet

Öyle.
Ağırlığını yitirir masumiyet, arttıkça zulüm.
Bu aralar ruhumun bir kaç yıl öncesine göre katılaştığını hissediyorum.
Gördüklerim ve izlediklerim acımasızlaştırdı her geçen gün beni.
Halbuki ben güzel şeyler yaşamıştım bugüne kadar. Küçük, huzurlu ve yalansız bir dünyam vardı benim, kapılarının anahtarlarını istediğim insanlara verdiğim.
İçimdeki küçük kız çocuğu da tüm o masumiyetleri henüz kaybetmeye başlamamıştı.
Şimdi gözümün gördüğü ve ruhumun tanık olduğu onca şeyden sonra, masumiyetimin eskisi kadar güçlü durmadığını fark ediyorum içimde.
Bu en çok da duygularımı vurdu. Yani, düzen tarafından büyütüldü içimdeki o küçük kız.
Başardınız işte.
Tüm o yozlaşmışlığınızı, tüm o haddini bilmez tavırlarınızı, tüm o nefsine sahip olmaz şeytana uyuşlarınızı, hepsini ama hepsini, anlatarak, bakışlarınızdan aktararak ve bedenimi-beynimi ve aşkımı- hayali arzularınıza malzeme yaparak bulaştırdınız bana.
Sayenizde, büyüdü o güzel kız çocuğu sığınamadığı için gizli bahçelerine.
Sayenizde katılaştı duygularım giderek. Uzaklaştı insanlar iyidir sanrıları...
İşte bu yüzden, etrafımda ki o güzel adamlardan uzak duruşum.
Bazı güzel adamları sevebilecek kadar duygusal/uysal değilim artık...
Onları kırmamak için sineye çekecek, hırçınlığımı göstermeden, mücadele etmesini istemeden sevebilecek kadar ümitli değilim.
Tüm o güzellikleri korusunlar diye ruhlarını sarıp sarmalayacak ve onları içtenliğimle anlamaya çalışacak kadar masum değilim.
Sayenizde kırmayı öğrendim ben de ve nezaketin aslında bir boka yaramadığını yoz gönüllerde...

Moulin Rouge - El Tango de Roxanne

Moulin Rouge filminin beni unutulmamacasına etkileyen sahnesi...
Aşk, nefret, kıskançlık... ve tango ile tarifsiz buluşması...
Görsel şölen, dansın içine çeken büyüsü, şarkının etkileyiciliği...


İzlemediyseniz filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim...

31 Ekim 2011 Pazartesi

O kadar yani

Şarkıda geçiyor ya;
...make a woman out of me... the way you make me feel.... you and I reveal tonight...
O kadar yani...
Let's do it babe :)
(Hay anasını bu da Nike'ın sloganıydı değil mi? Öfff olmadı bak şimdi... )
Ehehehe ;)

Cem Adrian & Pamela - Anladım

Geri gittim bir an için.
Geçmeyi başardığımız acılara geri dönemiyormuşuz anladım.
Kalbimin yandığı o 2 koca yılı tamamen atlatmışım. Bazen şaşırıyorum ne yalan söyleyeyim. Hiç bitmeyecek sandığım bir yangındı çünkü.
Anladım'ı o zamanlar ya da onun askerde olduğu yıllar da dinleseydim bana ne olurdu hiç bilmiyorum. O kadarını kaldırabilir miyimdim onu da bilmiyorum.

Aferin bana ya! Valla benim kendime ettiğimi kimse bana yapamaz hep söylüyorum. Yine gece 03:35 yine ben Cem Adrian'la kendimi bok etttim.
Neyse bu defa, çok şükür dedim içimden. Çok şükür o yıllarda çıkmadı bu şarkı! İyiki çıkmadı ve ölmedi benim kalbim geri dönüşü olmaksızın.
Seviyor Yaradan beni..Yalnızca bok olmakla kaldım, bu geçer sonuçta....


Şimdi burada öpüşmüyorlar ya, olay da zaten o muhtemelen. Yani klipte koyan o.
Biraz açık olayım mı?
Daha doğrusu dileğimi dile getireyim.
Allahım, bir türlü gidemediğim şu Cem Adrian konserine sevgilimle gitmeyi nasip et Yarabbi.
Nasip et ben de duygularım sel olmuş akıyorken sevdiğim adamı öpüp nefessiz bırakabileyim ve bu garip karşılanmasın. Yani adamda korkup kaçmasın ! Amin :)

Kurban geliyor ya....

Nereden aklıma geldi kim bilir...
Anneannemler hayattayken çok önemli bir şeyi salık vermişlerdi "aman kızım unutmayın bunu" diye... Derlerdi ki, biz yoksulluktan ölen insanların olduğu yıllarından geçip geldik bu ülkenin ama yoksunluktan ölmezdi bizim zamanımızda kimse bu ülkede... Yoksunluk ve yoksulluğun arasında farkı biliyor mu acaba ülkemin değişen ve dönüşen halkı bugünlerde.
90 ların sonlarına doğru doğan ve gelecek aydınlık (!) nesli oluşturması beklenen ülkemin gençleri. Hiç sanmıyorum.
Telefonlarının markasının, facebook'taki arkadaş sayılarının, seviştikleri erkek/kadınların skorlarının hesabını tutan, etik'in etimekten türeyen bir kavram olduğunu sanan, anadillerini doğru dürüst konuşmayı beceremeyen, sevmeyi bilmeyen ve sevilemeyen, zaten düsturdan habersiz ve kimliklerinin bacak arasındaki skorla geliştiğini sanan ülkemin zavallı yeni nesli... Ben onlara bel bağlamıyorum, onlardan umutlanamıyorum ne yalan söyleyeyim.
Sonuçta onlar maddi varlıklarına rağmen yaşadığı buhranların içinde kaybolan ve isteklerini karşılayarak onları tatmin ve mutlu ettiğini sanan ve yanında Allah korkusu ile yetiştirilen ve maddi yeterliliği olmasa da şükür mekanizması salık verilen ama cinnetlerle adam keserken, kadın döverken ve kendi çocuğuna el sürerken bir türlü çalışmayan Allah korkusuna karşın fütursuzca çevresinin yüzüne bakabilen, ahlaksızlığı, vurdumduymazlığı, iletişimsizliği ve aşırılığı meşrulaştıran ve saygının ve sevginin eskimiş kitaplarda kaldığı, hatta kitapların kapılarından bile girip magazin dergilerinin yahut taraflı gazetelerin arasında yer bulamadığı evlerin yetiştirdiği çocuklar belki de...
Tabii ki bütün yeni gelen gençleri böylece çöpe atmıyorum ama gözlemlediğim çoğunluk ne yazık ki böyle. Onlar belki de bizim kendi içimizde yetiştirdiğimiz kayıp kuşağımız. Belki de onların misyonu bozulan düzenin içerisinde duyarsızlıkları ile farkındalık yaratmaktır bu da mümkün hani.
Neyse...Başa dönecek olursam, yoksunluk ve yoksulluk Kurban Bayramı'nın yaklaşması sebebiyle geldi sanırım aklıma. Şimdi çıkar bir grup ortalığa "ayyy, çok fena çok, içim kaldırmıyor, yazık hayvanlara, ne iğrenç bir gelenektir bu, böyle dini vecibe mi olur" vs diye konuşurlar babam konuşurlar...
Şimdi buradan itibaren bir kaç satır o sevgili milletimin pek saygıdeğer ve moral değerleri ve insanlığı yüksek kaliteli kesimine...
Bak güzel kardeşim. Peşin peşin konuşalım sen şimdi beni cani ilan edersin yazdıklarımı okuyunca. Benim gibi caniye gel sen kurban ol önce. Hayvanları sevmiyor dersin ne haddineyse. Ben çocukluğundan beri allerji illeti ile uğraştığı için hiç bir hayvanı olamamış ve bunun acısını ve ezikliğini sokaktaki kediyi, köpeği besleyerek, hayvanlara tekme atıp eziyet eden çocukları dövmekten beter ederek, bir karıncayı ezmemek için düşmeyi göze alan akrobasi hareketleri ile yürüyen bir insanım. Sana bu ön girizgahı vereyim de bir yut söyleyeceklerini.
Şimdi canım kardeşim, hani geliyor ya kurban, hani söyleniyorsun ya sen, "ayhh nereye kaçsam, kaçsam da bu rezillikleri bu caniliği görmesem" diye. Önce, Allah aşkına git. Belli ki yastık altı paraların var senin. Muhtemelen Ülkemin açlıkla boğuşan insanlarına bir şekilde ulaştırmadığın, depreminde selinde ve çeşitli afetlerinde o kıymetli paranla aldığın çadırı, giyeceği, ekmeği yahut kefeni bir türlü becerip de gönderemediğin ama yurt dışına "kurban faciası" dediğin bok yüzünden çıkmana yarayan paran. Hani okutulmayan bir kız çocuğu için harcayabilecek olmanın muhtemelen aklına gelmediği, yaşayabilmek için evinden kaçıp acı ve korkuyla Mor Çatı'ya falan sığınan zavallı kadınlarım için yardım etsinler diye o derneklere, TEV'e ya da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'ne bir türlü gidip bağışlayamadığın ama birileri o dernekleri kurduğunda "aferin bak Vatansever" dediğin insanların kıçlarını yırttığı şu ülkede,  seni kurbandan koruyabilen kıymetli paran. Vay anasını yahu!. Bak şimdi sana ne diyeceğim sen kaç ve git ve görme aslında olan biteni. "Neyi göreceğim?" diyorsun değil mi?... Canım kardeşim, sen kurban kesen ekonomik profilin farkında mısın acaba. Hıh? O dar gelirli ekonomik seviyedeki halkım kesiyor o kurbanı genelde. Kesiyor evet. Dualarla, hayvanını severek, dokunarak, hayır olsun diye niyetlenerek. Kesiyor, komşusuna, mahallesinin açına, yoksuluna, yoksununa veriyor, et yediriyor. Et hani bilir misin sen, beslenme üçgeninin yaşam için gerekli ve beyin gelişimini sağlayan besini, temel protein kaynağı et hani. Hatırladın mı?
Olmayan parasıyla kestiği kurbanını dağıtıyor yani benim güzel halkım. Hani depremde en çok depremzedelerin birbirine yardım etmesi, tek göz odalı evini evsize açması misali. Halbuki sen muhtemelen kocaman evinde belki de yalnız yaşıyorsun. Yahut çekirdek ailenle bir odayı da çamaşır odası falan yaparak. Hani şımarıklık olmayan 'çok şükür var' bir hazımla...
Bak bir de işin ne boyutunu göstereyim sana. Kan akıyor ya orda hani, kurban ya zaten adı. O kan iyi geliyor bir takım insanlara. Kime mi? Kim mi bu vahşiler. Söyleyeyim, içindeki sürekli artan öfkesini çıkaramayan ve katil olma eğilimli manyak genine sahip, bunu bilmeyen, öfkesini etrafından çıkaran ama bir yandan da pişman olan, hasta olduğunu zaten bilmediği için de tedavi edilebileceğini, en azından ne yapması gerektiğini bile bilmeyen zavallı ve çaresiz insanım o vahşiler ve evet rahatlatıyor o "kurban anı" onları. Çünkü büyük bir güç hissi yaratıyor o 'can alma' durumu üstlerinde. Dexter dizisini büyük bir iştahla ve heyecanla izliyorsun belki ama ben bunu söyleyince yüzün ekşiyor belki kim bilir. Belki bana hasta diyorsun. Ne desem boş. Ben sadece olan biteni söylüyorum sana. Bir kısmı da var ki halkımın, akan kanla haset eden gözlerin, büyünün, belanın, kötülüğün akıp gideceğine inanıyor. Sonuçta bu bir emir. O etin de hepsini alıp stoklayıp yemiyor dağıtıyor ki dağılsın kara bulutlar... Tabii ki stoklayan arsız ve aç gözlüler de var. Onlara da gidiyor bu sert tepkim sen hiç merak etme.
Ama sen yok musun sen... Nasıl sinirliyim senin modeline biliyor musun?
Şu Yeşilçam filmlerinde parasıyla herkesi ve her şeyi satın alabileceğini sanan zengin kötü adamlar vardı ya hani, onlardan bir farkın yok gözümde. Sen parasını bencilce kendi refahı içinde harcayan o kötü adamsın.
Ben sosyolog değilim canım kardeşim sen onu da sorarsın şimdi. Ben bir bilim insanıyım. İnsanlık için insanla uğraşan bir bilim insanıyım. Yanında en temel hobim farkındalık. İnsanları gözlemek ve okumak insan psikolojisini. Felsefe hani bunca yıllardır insanlığa yol göstermeye çabalayan o kıymetli düşünürler. O seni yurtdışına kaçıran paranı kitap almaya harcarsın dimi sen, entellektüelsindir de sen bence....
Şimdi yukarıda okuduklarından sonra, bir durup düşünüyorsan ne ala. Ben amacıma ulaştım demektir.
Ama hiç düşünmeden, ekşimiş yüzünle ayy manyak diyorsan ve kendi muhteşem dünyana kaldığın yerden devam ediyorsan al sana benimle ilgili fikirlerini pekiştirecek bir cümle daha.
Git güzel kardeşim, siktir ol git, durmadan, arkana bakmadan git. Senin gibisi bu ülkede ne artı bir ne eksi bir.
Koş canım kardeşim koş, inan bana tutan yok seni...   

 

26 Ekim 2011 Çarşamba

Van'la nefes almak....

Yazmayacaktım bu yazıyı...
Yaşamaya devam etmeye çalışıyordum ama yapamadım.
Son 10 gündür derin bir acı var bedenimin ve ruhumun her zerresinde. Yas tutuyorum içimde. Dışarı çıkmıyor, kendimi çalışmaya vuruyor, gözlerimin sulanmasına engel olamıyorum. Hayata hiç bir şey olmamış gibi devam edenlere öfkeleniyorum. Dünya mı midemi bulandırıyor bir bütün olarak yoksa midem mi artık gördüklerini kaldıramıyor bir türlü karar veremiyorum.
İzlemedim haberleri, okumadım gazeteleri, internetten bile bakmadım yani gazetelere...
Kaçtım bir süre. Ama her akşam biraz daha uzun bir süre baktım sosyal medyaya. En son bugün Twitter'da bir kullanıcı şunu yazmış ve daha fazla kayıtsız kalamadım.
" tarifi yok bu acının yunusla birlikte bende öldüm...üşüyorum...yüreğim göçük altında hawarrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr @yarendeniz68"
Bu cümle tam olarak hissettiklerimi dile getiriyordu. Ben de öldüm Yunus'la. Parçalandı ruhum. Hissettiğim acı tarifsizdi.
Bugün tüm gazeteler fotoğrafını basmadan önce, dün akşam görmüştüm onun o kömür karası gözlerini. Nasıl mutlu olmuştum yaşadığını görünce. Ama bu mutluluk çok kısa sürdü içimde. Sonra o eli gördüm Yunus'un omzunda. Dillere pelesenk olmuş bir cümledir aslında "ölümün soğuk eli" ama bu kez ölüm buz gibi ve giderek ağırlaşan bir bedenle minik Yunus'un üzerindeydi. 'Yaşarsa eğer' dedim içimden, 'ölümü bu denli üzerinde hissetmiş olan bu yaşta bir çocuk, atlatabilecek mi? yaşamaya devam edebilecek mi? acaba' diye düşündüm.
Tutunamadı Yunus hayata. Dedim ya parçalandı ruhum. Bir tarafım da, onun ruhunun, gittiği yerde, tüm perdelerden sıyrılmış olarak her şeyi daha açıkça anladığını düşünerek bir nebze olsun rahatlıyor.
Fakat yine de aynen yarendeniz68 rumuzlu twitter kullanıcısının dediği gibi tarifi yok bu acının. Yunus'un ölümüyle ben de öldüm ve ölüm nicedir bu denli koymamıştı, şu on günde koyduğu gibi.
Sadece Yunus değil tabii, Serhat var, adını bilmediklerimiz var, bebekler var.... Onca çocuk, kadın, ihtiyar, İNSANlar yani, ölenler İNSANlar...
Ağız dolusu isyan edesim var ama yapamıyorum. Tıkandı kelimelerim, koca bir düğüm boğazımda kahkahalar, mutluluklar ve vurdumduymazlıklar. Şehitlerle aldığım nefes Van'a kardığım nefes halini alırken ölümle yine aynı mücadeleyi yaşıyor içim.
NEDEN?
Bedenin toprak oldu Yunus ve ruhun bizi aydınlatsın diye daha yüksek bir mertebeyle gönderilecek; hiç bir şeye değilse bile işte buna eminim...

Ah Nazım, yine sen dönüp dolaşıp sığındığım yer....
Kız Çocuğu şiirinden iki dörtlükle bir geceyi daha çöpe atarken Ya Sabır Ya-Hu demekten başka bir şey gelmiyor ne yazık ki elimden....
Kapıları çalan benim, 
kapıları birer birer. 
Gözünüze görünemem, 
göze görünmez ölüler...
...
Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin, 
şeker de yiyebilsinler..

22 Ekim 2011 Cumartesi

Niyaz - Allahi Allah


Niyaz TDK'nın verdiği kelime anlamı olarak yalvarmak, yakarmak anlamlarına gelen bir kelimedir.
Niyaz benim için ne anlama gelir?
Yüzleşme demektir.
Bugüne değin hiç açılmamış iç labirentlerime ait kapıların zorlanması. Kimisinin sonuna dek açılması.

Niyaz'a dair söylenecek çok sözüm var aslında, ama şimdilik yalnızca bu şarkı için karaladıklarım çıksın ortaya...
Allahi Allah şarkısını ilk dinlediğim anda bana hissettirdikleri anlatılmaz-tılamazdı. O yüzden, kendimden geçerek yazmıştım saatlerce... Sonra, bir dosta gönderdim yazdıklarımı....Ondan saklamasını rica ettim. Ama şimdi onun da izniyle çok ufak bir kısmını paylaşıyorum... Niyaz'ın bende yarattığı fark biraz daha anlaşılsın diye...
"Don Kişot"'un da izniyle...

....bir anda çölde buldum kendimi. Bir çadırın kenarında, ayaklarıma ve ellerime hatta gözümün bir kenarına çizilmiş herbiri bir anlam içeren çizgilerin oluşturduğu ilginç ama değerli dövmelerle, üzerimde sert esen çöl rüzgarında uçuşan yerel bir giysiyle, öylesine ipek gibi kumun üzerinde oturuyor bir halde buldum kendimi. Alacakaranlık vaktinde gökte tabak gibi ay görünürken canlandı tüm resim gözlerimin önünde. Yalnızdım, Çölde Çay filmindeki kadar çaresiz ama oradaki kadar cesur bir halde… Gözlerimi gördüm bir anda. Hüzünlü bakıyorlardı, sebebini bulamadım… Kapandı perdeler ve yeniden bulunduğum yerde uyandım....



...Şarkıyı kaçıncıdır dinliyorum acaba? 20 ! belki daha fazla...
Sonra tekrar çöle dönüyorum.. Çadırın kenarına.. Boktan boşluğun tam ortasına.. Aydan başka bir ışık, bir yol arar gibi gözlerim.. Belki bir kuzey yıldızı. Hüzünle bakıyor derin derin uzağa.. Kara bir gece, koyu siyah bir örtü misali üzerinde fikrimin gökyüzü. Heybetinde küçük kılıyor, üstüne üstlük bir de uçsuz bucaksız yayılıyor zaman ilerledikçe… Derinden bir müzik sesi geliyor tanıdık gibi ezgileri; bir ud, bir bağlama, vurmalılar, kadife gibi bir ses… Bir anda sonsuz gibi görünen çölde kendine bir dans pisti yaratıyor ruhum, ve ben orada öylece oturmuşken bedenim benden ayrılıyor; sakince, sanki dua ediyormuş gibi dans ediyor – gözleri kapalı karanlığa inat.. Ruhumu özgürleştiriyorum dans ederken.. ve dua ediyorum zamanın yokluğuna, varlığa, düne bugüne, yarına. Çaresizliğimde çaremi buluyorum… Ben varsam, gerisi yok olsa ne yazar...
Gözlerimi açıyorum odamdayım.. Arası yok gibi. Trans gibi.. Sezgimsi, emin olunamayan ama bilinen sürreal birşey; ben gibi, sen gibi, Salvador Dali kokmak gibi..
Karıştırıyorum, karıştırıyorum, bozuyorum… Böylece ipin ucunu görmek kolaylaşacak. Karışık ipler kolay çözülür dikkat etmek lazım yalnızca biliyorum..
Şarkı bitiyor ve selamlıyorum sessizce beni izleyen her bir kum tanesini…
Ruhum bedenime yeniden yerleşirken gözlerimde alışkın olunan bir ışık oluşuyor..
Tenimi yalayan rüzgar dövmelerimde can buluyor ve uyumak için güne veda ediyorum aynı sessizliği bırakarak geride...
.......



16 Ekim 2011 Pazar

Çılgın-lık

Çılgın bir zaman diliminin bitişine yakışır gerçekçi bir sonucu olarak akıllarda kalıcı bir çılgınlık yapasım var.
Tehlikeli sınırların zorlanmasında hayır olmaz pek.
Bunu bile bile yine de inadına üzerine gitmek ve çılgınlık yapmak istiyorum.
Monoton gelmeye başladı bu ara bana hayat feci halde.
Neden böyle oluyor anlayamıyorum.
Aslında, içimdeki his daha çok aşka duyulan özlem.
Hani nefes kesen, neşe veren, gülümseten bir aşka duyulan özlem...
Aşksız kalmamak insanın elinde... aşksız kalmadım ben..
ama öylesi değil.
Şöyle çarpıcı, akıl alıcı ve freudyen bir aşk hani...
Yani çılgınlık hali!
Bu yaştan sonra öylesine çılgın olmak istemiyorum aslında ama bir taraftan da hayatı .iktir etmek yok mu?
İşte o his insanı genç ve özgür hissettiriyor...
Niye bilmiyorum. İçimdeki çocuk biraz vazgeçmiş halde bu ara. Kendimi yorgun hissetmemin sebebi bu belki de...
Yani sözün özü, uzatmaya da gerek yok hani;
Çılgın bir zaman dilimini deneyimleyip, gerçekçi bir sonu olsun diye akıllarda kalıcı bir çılgınlık yapasım var.
Hadi hayırlısı...

15 Ekim 2011 Cumartesi

Yalnızlık

Yalnızlığa bu denli taktığım bir dönemde beni vuran ve duygularımın tercümanlığını şaşırtıcı bir şekilde birebir yapan bir tiraddır birazdan dinleyeceğiniz...

Evlat! dedi bana da Zerdüşt geçenlerde,
Duraksadım böyle yumuşak yaklaşınca...
"Evlat, değiştirmediğin müddetçe kendini biraz olsun, Yalnızlık denilen avare ile hep dertte olacak başın" dedi.
Kesilen soluğum ciğerlerimi zorlar olduğunda fark ettim,
yaşamak için nefes almaya devam etmem gerektiğini.
Düşünme eylemine ara verdim ve devam ettim gelişine yaşamaya...


Yalnızlık - Altan Erkekli (Bana Bir Şeyhler Oluyor)


"Yalnızlık,
her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında
tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir
kıymetini bilmelidir, dedi.
yalnızdır insan
hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır.
kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke.
kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da.
insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı
ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi.
tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın
aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi
aşık olun!
gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı
nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi.
sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri.

evet söyledi
ya da ben duydum
duyduğuma göre elbet bir ses söyledi bu söylendikçe usulen söylenir olan sözleri.
evet duydum söyledi
her duyduğumda ağladım
pek çok ağlayışım sırasında duydum.
kalbim tutanak tuttu duyduklarıma
soruldu, dedi, cevap alındı
yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz.
zulüm kimse zalimlik yapmayınca biter -mazlumlar dahil, dedi.
ama yapmayın, o daha bir çocuk, dedi tanrı.

ya gördüm neyleyim
insanlar vardı duvarın içinde.
ya ben hep duvara konuştum
ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var.
nedense beni anlasın istedim içinde insan olan duvarlar.
bilmiyorum,
belki de ben gerçekten delirdim
onlar haklı belki de.
içinde değil duvarların insanlar
sadece arasındalar."

11 Ekim 2011 Salı

Çıkamayan Ses

Bu ara dost meclisimin kadınları dağınık.
Benim de kafam dağınık ve yanında yorgun şu zavallı bedenim.
İnsan dostlarına karşı sessiz kalabiliyormuş bu ara deneyimliyorum.
Öyle bir suskunluk ki yaşadığım,
boğazımda bir yumru,
gönlümde bir isyan ve sessizliğimde saklı bir çığlık yaratıyor...
Benim kızlara, benden fayda gelmiyor. Elden bir çarenin gelmediği gibi.
Üzülüyorum ve üzüntümden başka bir de öfke hissediyorum.
Onları bu denli üzen tüm düzene ve canlarını yakan o zat-ı muhteremlere karşı...

30 Eylül 2011 Cuma

TrajiKomik

Kimliğini belirleyememiş onlarca suret
sıkıştıkları bedenleri esnetememiş onlarca ruh
büyüyemeyen ve hep çocuk kalan kadınlar,
yenilgiyi kabul edememiş erkekler,
saçımda artan beyazlar ve giden ve dönmeyecek olan tüm göçmüşlere olan özlemim,
toleranslarım azalıyor hissediyorum.
Her geçen gün,
her geçen dakika daha falza batıyor saçmalıklar,
densizlikler, anlamsızlıklar gözüme, sözüme....
yakasım var dünyayı bu ara..
bir öfke hali.
Hayırdır işallah.
Bre çerkez kızı iyi gelmez sana öfkelenmek bilmez misin?
Sen şarkı söyle içinden sakince;
"...I set fire to the rain/watched it pour as I touched your face/Let it burn while I cry/Cause I heard it screaming out it your name, your name..."
Bırak bunları...
Ağlamak lazım deli gönül, hıçkıra hıçkıra, gümbür gümbür
tüm bıkkınlıkları, tüm öfkeleri, tüm isyanları ve tüm aşk kırıntılarını atarcasına
selden hallice ve ıslatırcasına yatağı yorganı
ağlamak lazım,
ağlamak,
zehri atmak ve arınmak lazım,
gelecek günler ve getirecekleri için...

29 Eylül 2011 Perşembe

Aylin Aslım-Aşk geri gelir

Söz biter, müzikle birleşmiş bir özetin karşısında....

"Ölümden sonra hayat var gördüm, kaç kere öldüm.
Kalbini mi kırmış, kim kırmış, ne yapmışsa unut,
Geçmişi bırak, yoluna bak, her şey yenilenir,
Hayat geri gelir,
Arkadaşlar geri gelir,
Ahhh, ahhhhh, aşk geri gelir..."

İyimser Gülücük

Kızlar şaşırttılar bugün beni...
"Geçmediğini biliyordum", "fark ettim, sustum o yüzden", "yapma böyle şeyler" vb...
Tüm bu cümleler havada uçuşurken aslında beni nasıl da içten içe düşündüklerini, gözümden duygu durumumu anlamaya çalıştıklarını ve nasıl da kendimi kamufle ettiğimi anladım.
Aslında tam bilemesem de düşündüklerini, sanımca içlerinde büyüttükleri gibi değildi durum.
Geceleri yatağımda ıslanan gözlerimi yorganımla silmiyor ya da çıkarmadığım hıçkırıklarda acımı yutmuyordum ama ne de olsa "işte bu" dedikten sonra bir anda yolunu şaşırmış bir çocuk şaşkınlığını, tedirginliğini yaşamak da o kadar absürd olmamalı, anlamsız sayılmamalıydı değil mi ama?
Bugün ona dair bir şeyler daha öğrendim. Kaşındım, ben sordum. Dayanamadım.
Öğrenmeseydim iyiydi. Hatırlatmasaydım kendime.
Bir kova kadını olarak acıya mı meyilliyiz henüz tam çözemedim.
Merak ettiklerimiz, bizi peşinden sürükleyebilecek kadar zeki olanlar ve charming efekti yüksek arkadaşlar ilgi alanımız içinde tabii ama, böyle başka arkadaşlara odaklanmaktansa;
henüz tam küllenmemiş bir duvara çarpma ve şoklanmanın acısını, hem de çok yakın geçmişi yani zorla körüklemek, biraz anlamsız oldu tabi.
Neyse...
O'nun adını öğrenmek. Bilmek ve duymak sesinin olası tınısını içselden. Enerji merkezlerinde bir dağınıklık hali.
Bir kez daha anlamak, sana hiç ....... diyemeyecek olmayı.
Seni bilememek tam olarak,
sana açamamak kendimi tam olarak,
seni "biz"in içinde yaşayamamak.
Bunların hepsini bir çırpıda 3 dakika kabul etmiş olmak.
Seni hayallerin içerisinde beklediğini sanarken bilmek bittiğini bu hikayenin hem de başlamadan.
Kızamamak, öfke saçamamak.
Suçlu bulamamak. Ama bir suçlu bulmak için yanıp tutuşmak.
Yaradan'ın espri anlayışına alkış tutmak !!!
Neyse ne.
Biraz daha zaman lazım bana. Senin yarattığın çarpma etkisinden kurtulmak için.
Sarsıcı, unutulmayacak ve acı veren, yani yorucu bu deneyimi...
Ağlamıyorum ve içeri akıtmıyorum göz yaşlarımı.
Soğukkanlı karşılıyorum yaşamımdaki her olaya verdiğim soğukkanlı gerçekçi tepkiler gibi.
Yazılarımsa duygusal dünyamın buhranları. İz düşümleri gönlümü normalden farklı hareket ettiren tüm duyguların.
Yani beni tanımak için hiç bir fırsatın yok senin de ne acı.
Ne okuyorsun beni, ne duyuyor, ne de görüyorsun.
Hepsinden öte ne senin beni, ne benim seni,
artık "yaşamak" için bir şansımız yok...
İşte hepsinden öte bu biraz can yakıyor.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Bu sese kulak verin!

Hangimiz bu kadar cesur olduk, bu kadar içten, bu kadar güçlü?
Hangimiz bu kadar "Vatandaş" olabildik sorarım size?

Bu sese kulak verin!

27 Eylül 2011 Salı

İsyan

Ateşböceklerimi verin bana,
kelebeklerimi getirin.
Yusufçuklarım vardı benim göllerin üzerinde uçan,
ve kartallarım vardı çığlıkları ile gökleri delen.
Derelerimi geri verin bana,
yemyeşil ormanlarımı getirin.
Denizlerimden çekin kana bulanmış ellerinizi.
Balıklarıma radyasyon yedirmeyin.
Değmesin aşklara kalkan olmuş dağlarıma hırs bürümüş gözleriniz.
Topraklarıma dokunmasın emek bilmez, vefa bilmez ve rant uğrunda kavrulmuş ruhlarınız...
Söz vermiştim kendime ben, çocuklarıma gördüğüm tüm güzellikleri bir bir göstereceğim diye...
Çocuklarıma verdiğim sözleri getirin bana,
sizi yakamadığım için,
sayenizde tutamadığım ve tutamayacağım o sözleri yakacağım....

24 Eylül 2011 Cumartesi

Hiç

Hiç bir şey yazasım yok iyi mi?
Hiç bir şey ama...
Harbi çok ilginç. Halbuki dün gece uykudan ölürken ne çok şey yazmak istiyordum ve uyku yüzünden yazamamıştım.
Noldu ki böyle?
Noldu ki?

21 Eylül 2011 Çarşamba

Jamie Woon - Night Air (Official Video) HD

Aaaaaa! En amiyane tabiriyle resmen manyak oldum şarkıyı dinlemekten.
.. In the night air, in the night air....
Belki de bu ara hepten geceleri yaşadığım ve gece havasını soluduğum içindir.
Neyse...
Çok iyi yahu...
Chill Out türünün insanı gerçekten etkileyen bir örneği olduğunu düşünüyorum bu şarkının...
Ben gene her cümleyi 3 nokta ile bitiriyorum! - eyvah! :)

Kim bilir kaçıncı kez dinliyorum bütün geceden sonra....

Elmalar

Ağustos güneşinin yakıcılığından bunaldığım bir anda, okulun güzel bir kaç karesini çekmenin ve sonra unutulan bu fotoğrafları bulmanın haklı sevinci.... 


Elmaların gölgesinde kalan bir Devrim isteği var aslında yüreğimde... 
Elmaların gölgesinde bıraktığım gürültülü ve sarsıcı bir Devirme isteği... 
       -düzeni, özeni, özlemeleri, kayıpları, buluşları, belki de kısaca hayatı- 
İnatla, coşkuyla ve maksimum vukuatla (ki anılara dönüşsün) yaşamaya çalıştığım tekrarı olmayacak şu tek hayatı... 
Elmaların gölgesinde, elmaları çok severken, 'elmaların da beni sevdiğini'* ummaktayım....

  
                                      
                                
      



















         * Tahir ile Zühre Meselesi şiirine gönderme yapılmaktadır... 

Ruhuma müzik dolunca...


Çoook iyi geldi ruhuma. Çok iyi geldi....
İşte budur, iyi müzik! "Bana bunlarla geliiiinnnnn" diye haykırmak istiyorum....

Twitter'dan takip ettiğim ve müzik zevkine hayran olduğum IrencBiHerif'e de buradan bu parça ile bizi tanıştırdığı için kocaman bir teşekkür ediyorum....
Böyle insanları korumak lazım! Dinlesinler, duysunlar, yazsınlar ve paylaşsınlar diye...

Buyrun, arkanıza yaslanın ve dinleyin.....



Jamie Woon - Spirits


.....
"Ladies and Gentlemen
Surely we're here in mind
Watching our spirits dance on the
On the backs of our lives

While we have oceans
Rivers that still bring us life
Reasons to dance in the moment
Hold onto your time"
.....

18 Eylül 2011 Pazar

Bakış

Aç bakışlarını üzerime salan kurtlar etrafta ve diriliğinden utandırılan bir bedeni yaratmakta
ve yine yeniden kendine uzaklaştırmakta bu aralar hayat!
Kuzey'de hiç değişmeyen bir ışık var diye öğretmişlerdi çocukken,
kaybolursan bak ona demişlerdi ve aslında, büyüdükçe o ışığı bulutlar örterse eğer,
o zaman dön yüreğine bak demişlerdi...
Yürek kolay duyulmaz ama bir kez duydun mu o zaman ihya olursun diye öğütlemişti üstadlar!
Duyulan o yürek, kimi gün gelir seni yarı yolda, hem de kurtların arasında parlak bir yıldız gibi bırakır da kaçamazsın dememişlerdi ama.
Bir kez gerçekten titredi mi, rezonansı bulup basanı -SEN'i- unutmanın kolay olmayacağını söylemedikleri gibi.
Şimdi soyunmak isteyip tüm paketlerimden ve yırtarak derimden çıkarmak istercesine titreşimlerin aşksı ışıltılarını,
kurtların da varlıklarına ağız dolusu küfretmek varken,
yine duraksayıp "ah sen" diyorum ya....
İşte o an yine hayatı kendime ama bak cidden bir tek kendime çekilmez kılıyorum.
Yani ben de alıp başını gitme sevdası var ama,
Hiç gelmeyecek olsan da seni bırakmak yok mu buralarda,
İşte o zoruma gidiyor,
O fikir, beni yolumdan alıkoyuyor,
n'aparsın...

Seçmece

Bir yazı önce SEN'den bahsetmişken....
Güzel bir şarkıdır, beğenilmesi umuduyla...



SEN - GREN

Rüzgarda savrulan bir damla yaş en uzaklarda
Kaybolsam ardından gün dursa sen doğsan
Elimden, dilimden, gözümden sakındığım sen
Geçmişten hüzünlerden ayrılsam, yeniden doğsam
Elimden, dilimden, gözümden sakındığım sen
Elimden, dilimden, gözümden sakındığım sen
Hayalimdeeen, özlemlerden
Elimden, dilimden, gözümden sakındığım sen
Elimden, dilimden, gözümden sakındığım sen



17 Eylül 2011 Cumartesi

öylesine

utandırır esen rüzgar yalnızlığından,
yoksa eğer yanında sarılacak biri.
kıskandırır kaldırımlar gözlerini,
hayaline gelmiyorsa yakın zamana ait, yan yana oturan aşık haller'inin resmi.
bir de,
ah, ah o kokular yok mu?
onlar bu konuya en iyisi hiç dahil edilmemeli...

Yazılardaki Gizli Özne: "SEN"

Yazar ellerin yazılarında hep bir SEN vardır.
Okuyucunun kendini yerine koymak istediği,
beni de böyle istesin,
beni de böyle sevsin,
bana ona baktığı gibi baksın,
bana böyle yazılar yazsın diye serzendiği....
Okuyucusu yazarın kafasındaki SEN'e aslında hiç yaklaşmaz, yaklaşamaz çoğu zaman.
SEN gizli öznedir aslında. Bir türlü kabul etmek istemez okuyucu...
Egosunun şişmesine izin verir ve kendi anladığı, hayalinde canlandırdığı sevgiliyi hayal eder hep!
SEN'de ben vardır, sen de gidişler,
SEN'de bizzat o "can" vardır, yanında kurulan ve yaşanması mümkün olmaz hayaller...
Sen'de "biz" vardır yaşanmış ya da hiç yanına yaklaşılamamış!
Yani anılar, yine hayaller ve kırgınlıklar vardır geçmiş sevinçlerin yanı sıra...
SEN anlaşılması mümkün olmayan bir gizli öznedir yazar ellerin iç labirentlerinde...
Herkese mal olmuş gibi görünse de yazılmış o kişi,
SEN gizli öznesi ile kapatılan, ifşa edilmeyen, mahremde kalan ince ve gizli bir iç hesaplaşmadır aslında çoğu zaman sanılanın aksine...

16 Eylül 2011 Cuma

Neden yazıyoruz ki?

bir bakılsın isterim, güzel bir ifade olmuş...
http://irencbiherif.tumblr.com/post/973127963/bu-aralar-sunu-dusunuyorum-yazarak-ne-kadar

Ben'le alakalı....

+Aslında olayın benle alakalı olduğunu fark ettim...
-Öyle değil miydi zaten hep, olay hep bizle alakalı değil mi ?
+...
-Karşı taraf istese bizim tüm bu saçmalıkların içerisinde olmamıza gerek kalmazdı ki?
+Dimi ?
- Olay hep bizle alakalı değil mi, hep bu yüzden?
.......

Bir buçuk, iki saat sonra....

+Aslında olay benle, bizle alakalı değil mi?
- :) vee konuşma en başa döner ilginç değil mi?
+Ben! Ben, çok büyük bir şey ya! Çok büyük bir şey!
-"Ben"de görünmeyen bir başka güç saklı, uzakta aramamak gerek....

Sarıldılar ve bir sonraki kutular açtıran sohbete kadar ayrıldılar...

11 Eylül 2011 Pazar

So far so good...

Healing power of the blues makes me smile !
:)
We've got to hurt before we heal...

You've Got To Hurt Before You Heal - Bobby Blue Bland

The Evolution of Intellectual Freedom

Yaşamımı böyle geçireceğimi bile bile yola baş koymak...
Duyamadım!?!?!
Haaa! "salak" diye bana diyorsunuz sizzzz... 
Sizi sizi.... 
Neyse, şen dünyama hoşgeldiniz... :)

Zerdüşt Böyle Buyurdu...

Açtım sıradan bir sayfasını pek sevgili kitabımın...
Kısa ama açık bir paragrafa takıldı gözüm...

" Cesaretiniz var mı, ey kardeşlerim? Yiğit misiniz? Şahitler önünde-ki cesaret değil, fakat Tanrıların bile artık göremedikleri yalnızların ve kartalların cesareti hani?
  Soğuk ruhlara, katırlara, körlere ve sarhoşlara yiğit demem ben. Korkuyu bilende, ama onu yenen de vardır yürek; uçurumu görende, ama ona gururla bakanda, -kartal pençeleriyle uçurumu kavrayan da: onda vardır cesaret.- " [Nietzsche]

Evet, korkmuyor değilim beni bekleyen gelecekten,
hatta daha yakına gelelim, şu birkaç ayın getireceklerinden korkmuyor değilim!
Önemli olan üzerine gitmekse,
Yeterince cesurum sanırım ben, -yaşayabilmek için-.

9 Eylül 2011 Cuma

Acı-mak

Çok acıyor içim!
İşte bu fikir,
ilk kez belki de kıskanmak fiilini böylesine kuvvetli yaşamak!
Tırnaklarımdan çıkarıyorum midemdeki oturmuşluğu...
Çünkü çok acıyor içim!...
Devam etmeye yardımcı olur musun-uz?
Lütfen...

İncir Reçeli - İsyan

Benim bu derdim ;
Ne yağan yağmurda ,
Ne yalancı sonbaharda ,
Ne bomboş sokaklarda...

Kırılmış her yanım.
Kaybolur zaman saçlarında ,
Gözlerim sokaklarda ,
Sebebi isyan aşkım...

İçim yanar, içim kanar da
İsyan !..
Geriye bir avuç yalan...
Beni bu derde sen attın da , gittin ya kafam hep duman...

6 Eylül 2011 Salı

Sabır

Zerdüşt bugün bir insanda bedenlendi...
Bir erkekle dile getirdi söyleyeceklerini.
Bir hikaye anlattı ama çok ciddi, çok derin.
İnanamadım konuşulanlara,
Susmak dedi, meditasyon dedi, yola girmek dedi ve sonra
Mevlana dedi.
Sufi dedi yanında.
Duraksadım.
-bir farkındalık anı idi-
Düşünmek zorunda kaldım.
Sonra ben karımı 9 ay bekledim ve hep onu istedim dedi.
"Kimseye bakamadım, kimseyi duymadım ve kimseye kulak asmadan onu bekledim" dedi.
Yine sözü edilmeyen 'sabır' ortalarda dolaşmaktaydı.
Bekliyorum ya zaten,
bu yetmezmiş gibi her yerden bana 'bekle, sabret' gelmese de olur be hani...
Yine de nice aradan sonra buyurdu Zerdüşt yeniden.
Silkeledi, umut verdi, iyi geldi...

Hatıra

Aklıma ne geldi;
Bir kadın "bırak beni artık, git lütfen" "LÜTFEN GİT, TEK İSTEDİĞİM BU!" diye haykırıyordu ağlaya ağlaya konuştuğu telefona...
Üzülmüştü içim, çok acımıştı hatta derinden, bu acıklı sahnenin karşısından bakarken çaresizce...

Kadın dediğin "gel" dememeli ya hani, oyunun kuralları gereği,
kadına "git lütfen, bırak beni" de dedirtilmemeli.

"Git artık, bırak beni" dediyse kadın,
zaten çoktan geçmiştir iş işten, kalan enkazı temizlemek için.

Kadın git dememeli,
isyana sevk edilmemeli hayat veren dişil enerji,
bir kez çıktı mı rayından tren,
geri dönüşü olmaz bir örselenme başlar kadının kolay kolay pes etmeyen ruhunda çünkü.

Erkek kadınına isyan ettirmediği sürece adamdır (bence!).
Bilinmeli ve dikkat edilmelidir!

5 Eylül 2011 Pazartesi

Tatil 2011-1

Öhüm! İşte karşınızda.
Bana gıcık olsanız da paylaşmaktan kendimi alıkoyamadığım şeyler listesi #1:
[Aslında: tatile dair yazdıkça daha çok yazabileceğim şeylerden en çok bahsi geçenler]

Karşılaştığımız anda kocaman bir mutluluk salan minik incircik :D
Ve tabaklarca yediğim kabakçiçeği dolması ve cacık :)


Kekik kadar güzel kaç tane mekan vardır bilmiyorum. Ama bizim Kekik, koştura koştura gidilen gün batımı ve en güzel yanı camdan kendi silüetini çekebilmek...


Bütün kış koşturmaktan ve ruhuma binen yükü taşımaya çalışmaktan olsa gerek, ayaklarım çok yorulduğu için, onların huzurla dinlendiği anı da resmettiğim çok zaman oldu...
Bunlar da onlardan göstermesi ayıp olmazsa ;)

Queen - 'I Want To Break Free'

For the memory of Freddie Mercury!
Happy Birthday The Legend!
You'll always be alive in the hearts of your lovers...


"I want to break free
I want to break free
I want to break free from your lies
You're so self-satisfied I don't need you
I got to to break free
God knows, God knows I want to break free

I've fallen in love
I've fallen in love for the first time
And this time I know it's for real
I've fallen in love, yeah

God knows, God knows I've fallen in love
......"