30 Aralık 2011 Cuma

Başlıksız Başlangıç

Benden beklenen biten bir yıla dair çeşitli hesaplaşmaların yapıldığı ve ardından da, başlayacak yeni yıla dair güzellemelerin süslediği şık bir yazı yazmamdı.
Lakin, olmadı.
Vakitsizlik mi? Hayır.
İsteksizlik mi? Hayır.
Daha çok yeterince dolu dolu hissedememe diyelim.
Gariptir aslında ota boka ağlama tadında bir hal var üzerimde.
Her duyduğuma gözlerim doluyor. Seviniyorum gözlerim doluyor, üzülüyorum gözlerim doluyor...
Böyle zamanlarda feci edebiyat parçalarım ama içimden kopup dışarı düşen her yazı beni de yorar öyle anlarda.
Belki derdim yorulmamak. Ama bu gece yazacağım tuttu işte, gelince durmaz ya zaten bu his/ilham/taşma hali.
Ruhsal olarak yorucu bir yıldı 2011. Sanırım o yüzden yeni yorgunluk yaratımlarından kaçıyor olmam. 25 yıllık yaşam döngüsünün, şimdiye dek en çetin yüzleşmelerini yaşadığım, affedişlerime öncelik tanıdığım, kendimi fazlasıyla dinlediğim, bilendiğim, törpülendiğim, kayıtsız kaldığım ve uzak duramadığım nice olayın ortasında; yaşamıma giren ve çıkan insanların toplamında ne bir eksik ne bir fazlanın olduğu, kazananın yahut kaybedenin ilan edilmediği ve hiç bir suretle ilan edilmeyeceği şu yoğun yılında, duygusal kazanımlarım olduğu kadar yorgunluklarım ve vazgeçişlerim oldu. İçimdeki çocuğu koruyamadığım, aşka karşı duramadığım, öfkelerime yenildiğim ve sevinçleri ararken yıldığım, mesafesi uzun, sınavları ağır, farkındalık kisvesini giymiş bu basit ama mücadeleci yolda, sahip olduğum "şey" gibi görünebilmek adına, kaybettiklerim oldu, yıktığım sınırlar, paspas ettiğim ve kopardığım bağlar ve acımasızlıkla ilan edildiğim olaylar... Zor ama gerçekten zor bir yıldı 2011. Zorluğun yalnızca ölümlerle gelmediğini, zorluğun her şey yolunda giderken de sana o gerçek yüzünü gösterebileceğini anlatan sert ve silkeleyici bir yıl... Unutulmayacak artıları bırakırken, ilk gençliğe dair geri gelmeyecek biçimde alıp götürdükleri oldu... Çocukluk, istesen de koruyamadığın, bir anda kırılan ve hep özleminde kalacak olan o kıymetli hediyeler misali, bir kristal kadar hassas ve bir o kadar hatırda kalıcı biçimde anılardaki yerini aldı yavaşçana. Çaktırmadan, gizlice ve anlatmaya çalışırcasına daha az atılan kahkahalarda kendini, geri planda ki yerini yaptı bu mücadeleci yılda.
Yazılardır kalacak miras kendinden sonra gelecek tohumlarına, sırf anlasınlar ve farkına varsınlar başlarına geleceklerin diye... Para, fırsatlar ve öğütler yaramaz bir yaşam örgüsünü anlatmaya. Yazılar, başlı başına birer yaşam kesiti halbuki. Bir iz, bir "bir musubet" hikayesi...
Aslında hepsinden öte sana kalacak yazdıkların. Sana rağmen. Ne olmuştu unutma diye. Göz ardı edeme, yanılsamalarda pembe masallara meyletme ve hep hatırla diye seni sen yapanları.
Neyse... Mücadeleci bir yıldı 2011. Buraya yazdıklarım yalnızca iç dünyamdaki çatışmaların izdüşümleri. Yanında çekilmesi zor, sorumsuz ve dingil iş arkadaşları, sesini duyuramadığın dostlar, etrafta dolaşan ve bir türlü kurtulamadığın o arkadaş müsveddeleri, dost bildiklerine vakit bile ayıramadığın, yanında olan olamayan, sevgisini bildiğin, hissettiğin tüm o insanları özleyişin, inanılmaz kardeşlere sahip olduğunu her an fark ettiğin, renkli, sinir katsayısı yüksek, charming etkisi kuvvetli, her şeye rağmen gülebildiğin değişik bir yıldı 2011.
Özlemlerin pek gündeme gelmediği, hasret denilen boktan uzak durulması tüm aşka yenilişlere rağmen başarılabilmiş, ciddi silkelenmeler sonucunda çok ciddi temizliklerin yapıldığı-özellikle dost bildiklerim arasında-, onur-saygı-saygınlık üçgeninin içini doldurma şansı bahşedilen ve bu açıdan bakılınca, hepsinden öte belki de sırf bu yüzden çok kıymetli bir yıldı.
Bir kadının onurudur koruması gereken bence. Yukarıda tutabildiği başı ile, namusun iki bacak arasında olmasından çok öte, yürekte namuslu kalınabilmesi esasının ön planda olduğu bir onur kavramıdır, tüm potansiyeli, gücü, yapabilirliği ile çalışırken, severken, sevişirken ve konuşurken...
Konuşmak demişken; sessizliğin biraz daha öğrenildiği bir yıl oldu bu yıl.
Ölümle özdeşleşmiş acı verici sessizlik, yerini gürültüler yüzünden duyamadıklarını işitmeni sağlayan bir sessizlikle yer değiştirdi.    
Yani demem o ki, eyy 2011; "iyi ki vardın, hem aldığın, hem çaldığın, helal helal sana..."*
ve,
Hoş geldin 2012, sefalar getirdin... Seninle geleceklerin başımızın üzerinde yeri var. Haydi bakalım rast gelsin...

*Sertab Erener - Koparılan Çiçekler şarkı sözü

28 Aralık 2011 Çarşamba

Gözyaşı ve Müzik

O kadar güzel bir müzik dinliyorum ki şu anda....
O kadar güzel ki...
Nefis bir keman ve piyano ile başlayan her şey, akordeon ve belki bir obuanın eşliğinde hücrelerime işliyor...
Kelimelere ihtiyaç duymuyor insan,
konuşmak gereksiz, kimselere ihtiyaç yok anlattıklarını duyabilmek için...
O kadar güzel bir müzik dinliyorum ki şu anda,
Gözyaşlarımın, anladıkları karşısında özgürlüğe kavuşma isteklerine karşı koyamıyorum....

24 Aralık 2011 Cumartesi

Finalizing...

System is loading....
I'm processing all of the thoughts in my mind...
Focus on finalizing all the workload standing on my shoulders...

See you after 3 weeks...

22 Aralık 2011 Perşembe

You can't see...

It breaks my heart ‘cause I know you’re the one for me
Don’t you feel sad there never was a story 
Obviously, it'll never be

You will never know
I will never show
What I feel 
What I need from you no
You will never know
I will never show
What I feel 
What I need from you

With every smile comes my reality irony
You won’t find out what has been killing me
Can’t you see me, can’t you see?
......

Evet
ben hiç bir zaman göstermeyeceğim ve söylemeyeceğim nelerin beni acıttığını, ne istediğimi, ne hissettiğimi ve neye ihtiyacım olduğunu...
Sen de hiç bir zaman bilmeyeceksin...
Zamanla tamamen affedeceğim kendimi, 
söyle-(ye)-meyeceğim tüm o şeyleri hissettiğim için....




18 Aralık 2011 Pazar

Yalnızlık

Allah'a mahsus derler ya...
Sende ki parça da Yaradan'dan geliyorsa- hani sen buna inanıyorsan,
yalnızlıktan korkmanı açıklaman için başka bir dünya düzenine ihtiyaç duyman gerekmiyor mu canım kardeşim??
Yani demem o ki, kadınsız uyuyamayan erkekler ve erkeksiz kendini tam hissedemeyen kadınlar,
Zerdüşt'ten, Ermiş'ten ya da Mevlana'dan anlamadığınız aşikâr da,
size nefes aldırandan da bi'habersiniz ya, işte buna acırım, insan kardeşlerim.
Neresinden tutup da size neyi anlatmalı bi'anlasam, ah bi'anlasam...

16 Aralık 2011 Cuma

Sırayla

Dün akşam sıradan başlayan sohbetlerin yerini aldı aşk birdenbire.
Tüm geçmiş aşklar ve isyanlar masaya yatırıldı tek tek...
Temize çekilmiş olması gerekirdi geçmişin şairin dediği gibi.
Farkına vardım ki, kalbim aslında hiç birini tam olarak affetmemişti.
Biri hariç...
İnsanın "kendini" affetmemesi olmaz zaten lakin geçmişin, geçmişte, sorgusuzca bırakılması gerekliydi...
Nasıl affediliyordu insanlar ?
Nasıl bırakılıyordu giden özgürlüğüne
ve geri gelmeyecek oluşuna duyulan öfke nasıl yok ediliyordu,
hatırlamaya çalışıyorum...
Masaya yatırıldı sırayla tüm geçmiş aşklar...
Muhtemelen bir an için bile olsa hatırladı zihinleri beni, bana dair bir şeyleri...
Özlemle, hayretle ve kimi zaman öfkeyle bahsettim çünkü, yani yürekten,
                             ...hatırlasınlar diye....

No more words...

Ne ben sana kızarım, 
Ne de zatın zahmet edip bana küssün. 
Artık seninle biz, 
Düşman bile değiliz.


Nazım Hikmet Ran


PS: Hatırlattığın için teşekkürler Bir'senim... 



15 Aralık 2011 Perşembe

.

GİZEMim SENİ ÇOK ÖZLEDİM! püf...

Söz-de takılmaca

Ne garip kelimedir vahşi...
-ce sevmek olunca arzu,
-ce katletmek olunca iğrenme ve isyan,
-ce öpmek olunca 10 yıllık yalnızlık çağırıştırıyor...
Vallahi anlamıyorum insan beynini, hiç anlayamamış olduğumu ise bu ara sık sık fark ediyorum...

Oyhhh

Yok ya....
İtiraf ediyorum ben iflah olmaz bir romantiğim.
Bu güzel tabii ama ironik olan, bunu buz gibi halimin ardında gizliyor olmam.
Mizaç işte, onu değiştirmeye uğraşamayacağım ama ... zor kadın işte yapacak bir şey yok. "Yiyorsa gel" durumu ;)
Bak mesela, alt tarafı şarkı dinliyorum...
Gözümün önünde oluşanları bir görsen...
Önce mekan belirdi, sonra detayları, aynı anda renkler...
Beyazlar, morlar, kırmızılar ve yeşiller...
Yumuşak minderler, sert koltuk iskeletleri, asimetrik konumlanmış eşyalar-tüm simetri dürtülerime inat...
Kırmızı şarap, makarna sofrada...
Sohbet güzel, sohbet yakın...
Kıyafetler abartısız ama düşünülerek seçilmiş.
Işıklar sarı, yumuşacık, görünür kılan ama yormayan,
paketinden çıkarılmamış olarak vazoda duran çiçeğin kokusu etrafı saran...
Sonrası planlanmamış bir "o an" hali...
Arkada bir müzik, varlığı belli ama sohbete katılmayan.
Gülümsemeler bakışmaları, eller istekleri gizler gibi...
Yok yok, bana bazı müzisyenleri dinlemek yasaklanmalı :)
Birsen Tezer gibi mesela...

Sorgu

Bilimsel bilgi birikimim konusunda değil bu düşüncelerim. 
Peki ya hayata dair bildiklerim...
Bizzat yaşadıklarımla biriktirdiklerim ve 
tüm o gözlemlerim-günlerce ve gecelerce üzerine düşündüğüm tüm insanlık halleri... 
Ya hepsi bir anlık yanlış farkındalık an'ının sanal oluşumlarıysa... 
Gerçeklik neresindeydi hayatın, ne zaman emin olabildik ki? 
Gerçeklik, egonun yarattığı mükemmel düzenlenmiş bir "sahte hayatın" süslü ismi değil miydi? 
Mutluluk, zorunda bırakıldığımız doğallıktan yoksun bir çırpınış, 
huzur ise anlamını bir türlü bilemediğimiz karışık bir kavram,
kaos hep korktuğumuz doğal sürecin ta kendisi değil miydi? 
Kadınlık mesela, bu mükemmel gerçek dizaynında, "mükemmel beden" ile özdeş, 
Erkeklik ise nedeni sorgulanmayan içi boş kıskançlık, gövde gösterisi ve şiddet ile birleştirilmemiş miydi? 
İnsan olmak ne demekti? 
İnsan gibi yaşamak.. Neydi erdemlerimiz, öğrenmiş olmamız beklenen ?
Sadakat, doğal sürecin getirdiği çok eşliliği, hangi sanal olmayan düzende yeniyordu?
Gerçek, benim deney setimin sonuçlarının ötesine geçebilmiş miydi?
Neydi gerçek? 
Hangi mutluluk anı sonsuza dek sürüyordu ve mutluluğun tanımını kim yapmaya cüret ediyordu?
Kafam karışık biraz... 
Kafam karışık bu ara... 
Oturup düşünmeye bile fırsat bulamadığım şu aralar, sosyal belleğim bildiklerini ve biriktirdiklerini  sorgulamakta. Bilimsel bilincim ise elektrik hattını her an daha fazla arttırmaya çabalamakta...
Karışık kafam biraz. 
Sanal olması çok muhtemel, bu kısır ve kısıtlı sistemin yarattığı sözde mükemmel düzenin tam ortasında, 
ruhum,
mutluluk denilen boş duygunun çok ötesinde, bir sevinç bahçesi yaratmaya çabalamakta...
Karışık düşüncelerim ve çalıştıkça açılan zihnim, araladığı perdelerin sebebini, kıvılcım saçan elektrik hatlarına bağlamakta... Yani karışıklıktan ve sorgulardan fazlasıyla keyif alır durumda. 
Demem o ki, senin mutluluk sandığın, koca bir sanrı, ortasına seni, bizzat seni hapsettiği
ve yok mu o gerçeklik diye direttiğin şu harika düzen;
uğruna şeytanın avukatlığına soyunduğun o renkli düzen, aslında gözünü boyamak dışında,
bir boka yaramamakta... 
Üzgünüm dostum, karamsarlık değil benimkisi, 
alenen GERÇEK, inat etsen de, kabul etsen de, işte bu, GERÇEK-liğin ta kendisi!

11 Aralık 2011 Pazar

Dün Gece sandığım bugünün sabahıydı aslında

Zaman: Bahsettiğimiz saat 11 aralık gece 03:40 suları...
Mekan: Teknolojinin uzağında ve huzurlu bir oda, çok aydınlık olmayan...

- "Her şey iyi olacak, değil mi?" dedim,
+"Bereket" seni bekliyor dedi.
-"XXX 'e ulaşmayı becerebilecek miyim?" dedim.
+Net bir "Evet" dedi.
-"Gönlüm ZZZ konusunda çok huzursuz, arada kaldım, bilemiyorum n'apcağımı, n'apmalıyım" dedim;
+"Zamana Bırak" hallolur dedi.

Ne siz sorun bu akla ziyan muhabbeti kiminle ettiğimi,
Ne de ben anlatmayı deneyeyim...
Lakin, belirtmem lazım ki, çok iyi, çok iyi geldi!

10 Aralık 2011 Cumartesi

Hayalperest

Kızımın adı yüreğimde, gönlümün derininde gizli...
Sır gibi, iz gibi...
Oğlumun adı gözümde, bakıp da görebildiğimde...
Bir yerde afiş gibi, öte yanda mühür.
Aklımda binlerce şüphe, kalbimdeyse sakinlikle karışık bir kabul...
Yinede geriye kalan tek bir soru var geçip gidilemeyen;
Neredesin? 
Neredesin ki sen? 



9 Aralık 2011 Cuma

ANKARA'ya...Ankara'ma...

Bir arkadaşım paylaşmış bu yazıyı...
Kesinlikle doğru herşeyiyle... Mor renkli olanlar yazının aslı. Siyah renkliler benim eklemelerim...

"Dostluktur ANKARA, kardeşliktir, "bize gidelim"dir, "bizde yiyelim", "bizde kalalım"dır, "bende para var, sen gel"dir. Sevdiğin ve sürekli gittiğin bara, kafeye ve çalışanlarına aşina olmaktır, bara geçip servis yapmak, çalışanlarının hayatına karışmak onlarla arkadaş olmak ve yeni bir ev yaratmaktır. Beraber dayak yiyip kahkahalarla seneler boyu hatırlamaktır. Bir anda Kızılayın göbeğinde cop yemek, sonraya ağrıyan her yerine değilde, sisteme duyduğun siniri parkta simit yerken ağlayarak çıkarmaktır. Ağlamak demişken, sokak ortasında salya sümük, yani önünü görememecesine ağlamaya korkmamak ve etraftakilerin sana mendil verip noldu yavrum/hayırdır arkadaş demesidir-tanımasalarda. Sevgidir ANKARA, İzmirli İstanbullu gibi denizini boğazını değil, sebepsiz yere seversin Ankarayı, tıpkı anneni sever gibi karşılık beklemeden. Çat kapı gelen arkadaştır, iş yerini basan, seni gün içinde-her gün görüşmenize rağmen-arayan arkadaştır, alışkanlıklarını bilen, seveceğin şeyleri görünce seni hatırlayan ve aratan dostlardır Ankara... Ayıptır ANKARA, "yanında kız arkadaşı var, boşver"dir; sırf bu yüzden bakan taraf erkek olsa bile kafasını çeviren-aslında hoşlanmış-kadındır, erkek arkadaşı rahatsız olmasın diye kendini paralayan erkek kankadır, yoğunluktan yemek yemeyi unuttuğun zamanlarda senin evine kendi rızasıyla taşınan, ses çıkarmadan oturup sana yemek yapan, çay demleyen, meyva soyan ve tüm hıncını paratoner gibi çekip rahatlatan dosttur ANKARA.  İçindeki Anadolu hamurunu kaybetmeyen tek büyük şehirdir- bu yüzden bir tarafı hep muhafazakardır, mini etek giymez, göbeğine kadar açmaz erkek bedenini, kendini zorla teşhir etmez ve hiç bir koşulda ulu orta yerde sevişmez ANKARA; işte bu yüzdendir ki, sizin orada dost dediklerinize biz Ankara'da arkadaş deriz, bizim Ankara'da dost dediklerimiz maalesef sizin orada yok...Bozkırda güneş batışı ve doğuşudur Ankara. Öylesi bir mor olmayışıdır Güneşle kendini sana gösteren. Güneşi doğurduğun gizli mekanlarının olmasıdır, sırlarının harbi sır kalmasıdır. İyi müziktir, kaliteli sanattır, şık giyinip tiyatroya, konsere gitmektir ve sanata duyulan saygıdır, şarkıcı değil sanatçı yetiştirmektir Ankara. Ankara'da aşık olmak çok başkadır çünkü çok yalnızsındır. Ne bir deniz vardır sığınacağın, ne büyüsüyle herşeyi sana unutturacak bir boğaz etrafta... Tüm acılarını, ölüm sancılarını, aşkla yanışlarını, ruhunun parçalanışlarını dostlarınla konuşarak, yollarında dolaşarak, gri binalarına anlatarak ve kendine ait gizli sığınaklarında sessizce ağlayarak yani Ankara'da güçlenerek iyileşmektir ve gerçeği hiç kaçırmamak. Memuriyeti bilmektir, çok paran olsa da gösterişten kaçınmak...Sen uyumasan da ve eğlenecek olsan da sokakta gece 11 den sonra ses yapmamaktır ve utanmaktır ayarı kaçırınca. Utanmak vardır bizde hala, yanaklarımızın kızarması ister inan ister inanma... Atasına yakın olmaktır, hepten bunalınca gidip ona sığınmaktır. Kuğuluparktır, Seğmenlerdir, Meclistir, Bahçeli 7dir, Tunalıdır, Kızılaydır, Ulustur, Kaledir ve ağırlığı-ve hoşluğuyla Çankayadır Ankara. Ayaş domatesi, mahalleleri, ODTÜsü, Hacettepesi ve Ankara Kolejidir. BİRBİRİNİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARAK KONUŞMAK, BİRBİRİNİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARAK SELAMLAŞMAK VE GÖZ GÖZE GELİNCE YOLDA TEHDİT OLARAK ANLAMAMAKTIR. "Nasılsın?" deyince durarak ve zaman ayırarak "iyiyim sen nasılsın?" demeye vakit bulmaktır, yürüyen merdivenleri dinlenmek için kullanmak, otobüste yaşlıya 'hala' yer vermektir sırtındaki 5 kg yüke rağmen. Dostluğu ön planda tutmak, kankan için gerekirse sevgiliden olmaktır, sevişmeyi bir gece sallamaktır ağlayan kız kardeşi sakinleştirmek için onunla kalarak ve şehrin ortasındaki parkta el ele ve göz göze romantizmi yaşamaktır seve seve... İnsanı sık sık boğan bu gri ve hantal devlet erkanının hüküm sürdüğü "lojman griliğinde" yaşamaktan zevk almayı becerir olmaktır!
Ankara'yı sevmek Ankarayı anlatmaya bile gerek duymamaktır ya, içimden geldi bu kez, pusunu biraz aralayım dedim senin Güzel Ankara...

8 Aralık 2011 Perşembe

Bi kot bi tişört: Acele Koca Aranıyor!

Bi kot bi tişört: Acele Koca Aranıyor!: Dün gece herkes gibi ben de Pucca’yı izledim Okan Bayülgen’in programında. Hem bir kadın, hem bir blogger olarak yeterince utandığıma göre,...

5 Aralık 2011 Pazartesi

:)

Ey sevgili okuyucu...
Şimdi,
-aslında düşünme eylemini sululuk yaparak bozmak istemesem de-
hemen alttaki yazımı tekrar okuyunca,
serbest çağrışımın aklıma ilk getirdiği dizeleri paylaşmadan edemedim... 

Öyle ya;
"Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da, 
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil" 
hani .... 
;) 

Hangisi ?

Kendin olmak mı zor,
yoksa
sen zannettiğin bir başkasına ait hayatı yaşamaya çalışmak mı?

4 Aralık 2011 Pazar

Karar

Şaka yapıyorum zannediyorlar...
Anlamıyorlar kafam atarsa yapabileceklerimi!
Bir bavul benim evim.
Karar verdiğim an, yalnızca bir bavulla dünyanın başka bir yerinde olabileceğim ihtimalini hayal edemiyorlar. Bavulumun içinde defterlerim, bana yüzlerini hatırlatsın diye sakladığım elektronik fotoğraflar ve iki parça eşya.
Tanımıyor hemen hemen hiç kimse bu tarafını benliğimin.
Çok net! Gidemem, yapamam zannediyorlar.
Nafile çabaları dış dünyanın.
Bir tek bavul ve ben, dünyanın herhangi bir yeri benim evim.
Karar verdiğim an...
Arkama bile bakmadan, hiç var olmamışçasına silerek büyük bir çoğunluğu,
gidebilirim.
Bu yavşak düzenin, ego tatmini sağlayan oyunlarına malzeme olmaktansa,
çoğunluğun yersiz-yurtsuz dediği "dünya benim evim" sloganlı bir yalnızlığı HER ŞEYE tercih ederim...
Zorlamayın beni lütfen! LÜTFEN!!
Gitmeye karar verirsem eğer;
içimde bitiririm ben önce, herkesi ve her şeyi, tüm anılar, tüm acılar ve tüm neşeler ile birlikte ....
İşte o zaman geri dönüşü olmaz bir biçimde sıyırmış olurum benliğimi ve varlığımı tüm yaşanmışlıklardan.
Yaptırmayın bana bunu, koparttırmayın bağları...

İçimdeki Ses

İçimdeki sesleri dışarı çıkaramıyorum!
Derimi yırtıp dışarı çıkacak ve biriktirdiği her şeyi bir çırpıda söyleyiverecek gibi...
Çığlık çığlığa ve etkisi güçlü bir senfoni içimdeki.
N'oluyor anlayamıyorum.
Merak edilesi, keyifli ve anlaşılmaz...
Korku mu üzerime saldığı? Hayır!
Merak, herkesin ve tüm bilinenlerin ötesinde bir merak.
Konuşamıyorum, kelimelerim yetmiyor. Sessiz kalışlarım o yüzden...
Sevgim taşıyor gibi, peki bu sevgi mi fazla gelen?
Bilmiyorum, gerçekten bilemiyorum...
Bugün tam da tüm bu taşmaya yüz tutmuş yoğunluğumu düşünürken,
kalabalıkların ortasında 3.5 kişi gördüm.
Sessiz bir muhabbeti sürdüren 3 yetişkin ve arabasından farklı bir sessizlik ve merakla onları izleyen bir bebek.
Lâl bir çiftin, hatta böylesine özel bir ailenin çocuğu olmak nasıl bir şey acaba?
Sessizliğin sükûneti insanı an gelip de boğarsa,
nasıl sürdürülür hayat, çıkarılamayan seslere duyulan öfkeyle, hiç düşündük mü boş bir anımızda...
Sevgiyi yalnızca sözcükler mi gösteriyordu peki bunca yıldır, hani insanlığın başlangıcından bu yana?
Dil icat olup da gönülleri kırmadan önce;
gözler ve eller yeterli gelmiyor muydu sevgiyi anlatmaya?
Kokuları hiç karıştırmıyorum bile, çoktan unuttuk sevdiklerimizin kokuları içimize doldurmayı koşulsuzca ve sorgusuzca...
Koklayamadık birbirimizi; "dil"in yaratacağı şuursuz ve yalan, hatta sanal duygulardan çekindik ve bilemedik sevginin en pür hallerinden birini kokularla taşınan...
Kelimelerin soğuk koridorlarına ne zaman bu denli mahkum edildik sevgiyi anlatmak için?
O bebeğin sessizlikte bulmayı becerdiği sonsuz sevgiyi, güveni ve huzuru,
Ey AŞK! geldiğinde çıkaramadığım kelimelerimden aktarabilecek misin?
Biliyorum yakındır geliş vaktin, hissediyorum...
Peki bana unuttuğum tüm o dil cambazlıklarını hatırlatmayı başarabilecek misin?
Gönül kırdırtmadan, yara açtırmadan ve beni acıtmadan...
Çığlık çığlığa ve etkisi güçlü bir senfoni içimdeki.
N'oluyor anlayamıyorum, anlayamıyorum elimde değil...

1 Aralık 2011 Perşembe

?

Sinemaya gitmek istiyorum, şöyle ard arda iki film izleyip 5 saat sonra sinemadan çıkmayı,
konsere gidip sevdiğim sanatçıların canlı performanslarını dinlemek istiyorum, elimde su şişesi çığlık çığlığa şarkı söylemek istiyorum....
Çok şey mi istiyorum?
Sanmıyorum!.
Çok şey mi istiyorum????
bilmem soruyorum işte, çünkü yapamıyorum...