30 Temmuz 2011 Cumartesi

'Yoğun Hafta sonu'na Geçerken...

İçimde garip bir dinginlik duygusu...
Hayırdır işallah!
İnanılmaz derecede yoğun olduğum hayatımın bu günlerinde bu denli dingin olmam zaman zaman ilginç gelmiyor değil (!)
Uyumaya fırsat yaratamazken ve
çalarken sosyal yaşamımın dakikalarını işleri yetiştirmek için,
beni bekleyen ve gidilecek yolları da içine alan uzuuuunn bir hafta sonu var önümde...
Tabi yanımda benimle her yere giden
ve artık bedenimin bir parçası halini alan sevgili defterlerim, bilgisayarım ve İngilizce notlarım,
topuklu ayakkabılarım, saç şekillendiricilerim, süslü düğün kıyafetlerim ve günlük şortlarımla
aynı bavulda kendilerine yer buluyorlar hazırlanırken...
Garip bir his...
Dingin, zengin ve beklentisiz bir dönemindeyim sanırım genç yaşamımın...
Belki de bunlar hep yaş döngüsü deneyimlemeleri.
Yine 3 noktalarla bezenmiş yazılar elimden, yüreğimden çıkan.
Güzel bir düzen, süregelen...
Bilmiyorum ve bilmek istemiyorum.
"Her şey olacağına varır" resmi kabul mekanizmasının herkesin hayatında sıkça yer bulduğunu görmek, sanırım bende de bir "ak gitsin" modu yaratmaya başladı.
Akalım bakalım... Zülfü Livaneli'nin en sevdiğim şarkısıdır zaten "Bir Nehir Gibi"... :)
Hava güzel, tınılar güzel, duyduklarım henüz duymadıklarımın müjdeleyicisi gibi.
Görelim bakalım nereye sürükleyecek yaşam bizi, beni, ruhumu...
İçimde garip bir dinginlik duygusu...
Hayırdır işallah!
Hayırdır işallah!...

29 Temmuz 2011 Cuma

Zerdüşt ve Okyanustaki Damla

Bre dostum Zerdüşt;
Nerelerdesin kim bilir?
Epeyce zaman oldu görüşmeyeli,
şöyle karşılıklı dertleşmeyeli,
girdaplar yaratıp içinde boğulmayalı ve hepsinden öte
aşkın çomak sokulası kaosunda, hayatı anlamaya çalışmayalı epeyce zaman oldu...
Aşka vakit var daha ama yokluğun kendini hissettiriyor be dostum.
Gelsen diyorum,
gelsen de elden gelmeyenlere birlikte çare bulsak...
Hani öldürülen kelebekelere, susuz bırakılan tarlalara, kesilen ağaçlara,
betonarme düzenlerin betonlaştırdığı, kısırlaştırdığı beyinlere,
bok yoluna giden ülkemin evlatlarına,
yok edilemeyen çete başına,
insanın insana ettiklerine, zulmüne,
saygının hepten yok edilişine,
sevgisizliğe, çaresizliğe, en önemlisi de ümitsizliğe hani
gelsen de bir çözüm bulsak...
Hiç değilse konuşsak...
Derin derin, sessizce,
Okyanusta bir damla olsak,
sonra okyanusta benliği bulsak,
Diyeceğim o ki Zerdüşt,
İhtiyaç vardır bu ara buyurduklarına...

28 Temmuz 2011 Perşembe

90'lar Top 20

Tabi ki bu benim Top 20'm...
Ama gerçekten bıkıp usanmadan dinleyebileceğim 20 şarkıdır bunlar...

1. Aşkın Nur Yengi - Bir Zaman Hatası (1993)
Tüm kadınlar bir zaman hatası yaparak sever adamları...
2. CemAli - Duymak İstiyorum (1995)
Çok söze gerek yok sanırım...
3. Yeni Türkü - Deliler (1990) / Karanfil (1992)
Bu iki şarkıyı ayıramam birbirinden... :) Deliler ve karanfil.. Beni bilenlere yabancı değil ;)
4. Zülfü Livaneli - Bir Nehir Gibi (1993)
"Akarımmm akarımmmm, bir nehir gibi.... "
5. Nilüfer Örer - Mevsim Bahar (1998)
"İnan bana çok geç değil, mevsim bahar daha kış değil"... hep umut verir...
6. Umay Umay - Hareket Vakti (1994)
Her zaman, hareket vakti geldiğinde (ki gelir!) düşünmeksizin yola devam etmek gerekir...
7. Haramiler - Mavi Duvar (1998)
8. Ercan Saatçi - Sayenizde (1995)
Sayelerinde oldukça form değiştirdik hepimiz kabul etmek lazım..
9. Fatih Erdemci - Suçum Değil (1999)
"İtirazım var yalnızlık hakkım değil, bu ayrılık benim suçum değil..."
10. Leman Sam - Deli Kuş (1998)
"Deli Kuş'la sohbet ettik bu sabah, havadan sudan;bana senden gözlerinden söz etti, hiç durmadan...."
11. Özlem Tekin - Beni Yakan Aşkın (1999)
12. Yeşim Salkım - Son Sigara (1994)
Herkes ya içti, ya içecek o son sigarayı... Eminim..
13. Yaşar - Cezayir Menekşesi (1996)
"...imdat yine mi kar? imdat yine mi yol?"
14. Yaşar Kurt - Kamyonlar Kavun Taşır (1997)
Bu kadar gerçek kaç tane şarkı var???
15. Tarkan - Kış Güneşi (1994)
Çok acaiptir, çok fena yapar...
16. Oya-Bora - Sevmek Zamanı (1993)
17. Bülent Ortaçgil - Bozburun (1990)
"...içimmmmmmm kıpır kıpır, denizzz kıpırtısızzzzzzz.." :)
18. Zerrin Özer - Kıyamam (1997)
19. Levent Yüksel - Yeterki Onursuz Olmasın Aşk (1993)
Bence de, "yeterki onursuz olmasın aşk", gerisi halledilir...
20. Sezen Aksu - O Sensin (1997) / MFÖ - Sude (1990)

Bu liste durdurulmazsa büyüyerek top 200 olur... Ajda, Sertab, Fikret Kızılok, Grup Vitamin, Haluk Levent (ki Ankara çok kıymetlidir yani), Kerim Tekin ve 90'larda damarlarımıza girmiş daha nice şarkı... Güzeldi, özlendi ve giderek daha da değerlendi...

Önemli not: bu şarkıların hepsini arka arkaya dinlemeye kalkan sevgili deneysel okuyucu, depresyona sürüklenirsen sorumlu ben değilim ;)

İyi dinlemeler... :)

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ruh İkizinin Gözleri - Tuna Kiremitçi


Okuduğum günden beri bu yazıyı paylaşayım diyorum... İşte burada...
Bu arada, kendimi bu yazıyı okuduktan sonra çok şanslı ve çok yalnız hissettim. İronik bir şekilde yaşamımın şakacı taraflarına gülümsedim bir kez daha...
Tuna Kiremitçi - Ruh İkizinin Gözleri, 4 Haziran 2011
Bir kadın arkadaşım, âşık olduğu erkekle tanışma anını şöyle anlattı: “Gözlerine baktım ve kendi gözlerime bakıyormuş gibi oldum.”
Vay. Romantik olduğu kadar ürpertici bir deneyim bu.

İnsanın bir
başkasının yüzünde kendi gözlerini görmesi sarsıcı bir şey.

Gözler
ruhun dışa açılan pencereleri olduğuna göre, arkadaşımın baktığı kendisinin kine çok benzeyen bir ruh. Tanıştığı kişi de bir nevi ruh ikizi.

Bir
başkasının gözlerine bakıp kendi gözlerine bakıyormuş gibi olduğunda geçmiş olsun, artık geri dönüşsüz bir maceraya dalar.

İki
insanın arasında bir evren doğmuştur bile. Bir şey yaşansa da yaşanmasa da o evren varolmaya devam edecektir. Bütün parametreleri, kuarkları, olasılıklarıyla...

Akılımızdan
atamadığımız bir ihtimal, potansiyel bir yaşanmışlıklar silsilesi gelecek gözlerinizinönüne. Şartlar birleşmeye izin vermiyorsa bile geleceğinizin artık yeni bir evrenin içinde şekillendiğini içgüdüyle anlayacaksınız.

Bir
başkasının yüzünde kendi gözlerimizi görmek, güneş sistemine bakışımızı temelli değiştirir.Teleskopu yeniden ayarlayıp hesapları gözden geçirmemiz gerekecektir.

Ruh
ikizimiz bize benzeyecek diye bir şart da yok. Farklı dağlardan akmış iki nehir, farklı iklimlerdeyetişmiş iki çiçeğiz ne de olsa. Aynı ruh ikliminden birimiz çöl diğerimiz vaha yaratmış olabilir.

Herkes
bilir ki ruh ikizleri şehir olsalar İzmir ve Selanik gibi olurlar. Hem inanılmayacak kadar benzer hem de insana keder verecek kadar farklı.

Birinin gözlerine
bakıp kendi gözlerimize bakıyormuş gibi olduğumuzda o kadar şaşırırız ki, benzerliklere değil farklara odaklanır gözümüz.

Ruh
ikizimiz bizden en farklı olandır. İkiz olmamız en küçük farkı bile görünür kılar çünkü.

Bu
yüzden de aldatıcıdır. Avucumuzun içi gibi tanıdığımızı sanırken sonunda çok pis yanılabilir de insan.

Yine de sadece
o anı yaşamak bile bütün bunlara değer. “Gözlerine baktım ve kendi gözlerime bakıyormuş gibi oldum” diyen kişi, dünyada ve ahrette yalnız olmadığını kesinkes anlamıştır. Artık bunu elinden kimseler alamaz.

Dün Gece

Uyutmadın beni dün gece.
Belki sen değildin beni ayakta tutan ama aklım, fikrim ve tuttuğum kalem seni yazdığından olacak ben seni suçluyorum,
Çünkü öyle istiyorum.
Bütün gece yazdım seni,
dolabımda sakladığım defterime.
Aynen bıraktığım yerden devam ettirdim hikayeyi, tabi dün gecenin tarihini atmayı ihmal etmeden.
Hoşuma gitti bu kez.
O kadar nötrdüm ki.
Seni merak etmemden olacak herhalde, aklımın sende oluşu.
Yoksa niye olsun ki bütün geceyi senle geçirişim ?
Seni özlemedim ki.
Keyfim desen o da yerinde aslında şükür ki.
Eee o zaman ne?
İşte uyutmadın beni bütün gece.
Niye ki?
Düşünme beni, düşünüyorsun da ondan.
Yok düşün sen beni. Sevmedim bu fikri.
Yazamadıklarımı bil,
Yazdıklarımı göz ardı et,
Sesimi duymak iste,
beni özle, beni merak et, beni boşver.
Ama benden vazgeçme, ya da koyver gitsin.
Beni benimle bırak, ama yanımda olmanı istediğimi hisset,
anla beni söyleyemediklerimden.
Sesimin tınısından duy beni.
Kızma bana, kız bana, çarp gerçekleri suratıma.
Yüzleşince gerçeklikle, öfkelenişimi umursama, nasılsa özür dileyeceğim sonra.
Bilirsin sen beni, bir kısmımda sen de değil mi?
Bul beni kaybolunca, yolda tut, bırakma.
Bırak ama sonra boğma.
Boğdurtma beni kimselere, izin verme aşkta kaybolmama.
İşin zor senin dostum,
Bir kere bulaştın ruhuma,
Bir kere değdi bakışın bakışıma,
Ne benden gidebilirsin, ne beni kovabilirsin,
Sevgi, aşk, hoşlanma değil de bir başka mesele bütün bunlar.
Bilirsin sen böyle şeyleri, işte bir nev-i elmalarla armutlar durumlarından yani.
Dün gece ben seni yazarken, rüzgar Sezeni getiriyordu melodilerle bana sokaktan.
Biri belli ki aşkını yakıyordu içki sofrasında ve Sezen dinliyordu.
Benim için bir Sezen şarkısı seç bak.
Belki en sevdiğim "Top5 Sezen Şarkısı"'ndan birini seçersin farkında olmadan,
Bir kere daha mutlu olurum dokununca içimdeki küçük kıza.
Sen minik şeylerle mutlu etmeyi bilirsin, öyle kal, öyle yap, zorlama...
Dün gece ayakta tuttun beni işte tüm bunlarla,
Yoksa dün gece beni ayakta tutan tüm bu yuvarlanmaların arasında sadece ben miydim acaba?
Kaybolan çocuklarımın rahatsızlığı mesela?
Yahut sendiysen uykularımın katili, sen kimdin acaba?

24 Temmuz 2011 Pazar

27'likler Klübü

Neden bazı yaşlarda hepten vurur hayat insana?
Niye taşıyamaz olur insan ağırlığını yaşamın?
Bir tokat gibi yüzüne çarpıldıkça gerçeklik bütün acımasızlığıyla,
nedir insanı 'hadi kalk, bir kez daha, bir kez daha dene' demekten alıkoyan?
Herşeyi öylece bırakmak mıdır 'çözüm', çözülemeyen düğümleri açabilmek için?
Yapılması gerekli olan fütursuzca boşvermek midir ölümsüz kılmak için bir yaşamı?
Yapabilirliği insanlığı değiştirme gücüne mazharken, niye vazgeçer insan savaşmaktan ?
Katilin maktülü oynamasını sıradan bir yaşam sahnesi olarak görmek ve ölesiye kabul etmek ölümü, geride kalan herşeyin çözümü olur mu gerçekten?
Dünden beri önümden akıp giden hayat sahnesinde gerçek yalana karılıyordu ve
yalan ölümü getiriyordu bir kez daha...
Giden bir daha geri dönmeyeceğini biliyordu ama geri kalanlar yine aynı sahneyi yaşıyordu.
Hayatın ağır gelmeye başladığı yıllarda, yaklaştıkca O yaş, ya bizi de içine alırsa o klüp, o zaman ne olurdu ? diye sorgulatıyordu elini kolunu bağlayarak...
Bize düşen sessizce rahat uyu demek miydi yapılacak onca katkıyı ve sınırsızca gelen ve artık bize ulaşamayacak olan onca ilhamı hiçe sayarcasına...
Yine hatırlatıyordu klüp bize kendini... Sinsi bir gülümsemeyle 'daha çok kez karşınıza çıkacağım' dercesine ve yeniden buruyordu içimizde bir yeri ...
Onlarca insan vatan uğruna ölürken, bir çoğu bok yoluna giderken, bazılarının ipini ise bir kaç hayvan keyfi sebeplerle çekerken,
Yetenekli, ışığa sahip ve değişim gücü olan insanların isteyerek vazgeçmesi şu hayattan,
tarifi mümkün olmayan bir öfke yaratıyordu hayatın tokat gibi çarptığı şu yıllardaki sorgulayan ruhumda.
Öyle bir öfke ki, gidişine üzülmek yerine, gidişine küfretmek geliyordu içimden...
Ama yine de üzülüyordu içimde bir yer, genç giden yaşça yakınım her gençle yaşadığı gibi
ve ölüm yine beni kendine esir ediyordu karşısındaki küçüklüğümü bana hissettirirken...

17 Temmuz 2011 Pazar

Eylül Akşamı

Eylül çok acaip bir aydır.
Biriktirilen anılar zaten acaip olan bu büyülü ayı, daha da bir acaip kılar...
Nereden geldi şimdi bu?
Pilli bebek'in Eylül Akşamı şarkısını dinliyordum.
Gözlerimi kapadığım bir anlık zaman geçişinde aşık olduğum Bodrum sahilinde buldum kendimi.
Ayağıma serinlik veren kumlarını, ateşin kenarında sabahladığım geceleri,
Bir yaz aşkı olarak başlayan ve Eylül'e karışan o nefis aşkımı,
Denizin o sıcacık gece kıpırtılarını hissettim vücudumun her zerresinde.
Gece girilen denizi,
Sevgiliyle el ele dolaşılan sahili,
her yerine batan şezlonglarda uyuma ısrarlarını,
güneşin batışını izlerken ki o derin sessizlikleri ve
Eylül akşamlarına sarkan tatil sonrası sohbetleri, Kasım'a kadar süregelen...
İçimi dalgalandırdı gitarların o keyifli atışmaları,
Yüzüme yapıştırdı masumiyetin seksapele karıldığı bir gülümsemeyi...
Müzik büyülü bir rüzgar gibi geldi.
Eylül akşamlarında
aşkın her türlüsünü yaşama şansı bahşedilmiş bir kadın olduğumu hatırlattı bu enfes tını...
Akustik müzik sevenler zaten bir acaip insanlardır genelde... ( ;)
Belki de bu yüzden dinleyip de "iyiymiş" deyip geçebilmem pek mümkün değildi...
Eylül akşamı'nda yaprak çıtırtılarıyla aşık olmuş ve kalbi gözlerinde atmış,
Eylül akşamı'nda gelen sevgiliyi karşılamanın heyecanını iliklerinde hissetmiş,
Eylül akşamı'nda artık gitmesi/bitmesi gerekli özlem(e)leri serbest bırakmış bu kadın,
Temmuz'un ortasında dinlediği şarkıyla gelecek Eylül'e derin bir özlem salmaktadır.
Nereden geldi şimdi bunlar?
Pilli bebek'in Eylül Akşamı şarkısını dinliyordum.
Hala da dinliyorum...

eylül akşamı

gözlerin umutlardan bir haber veriyor  aşık olacak gibisin gözlerinde atıyor kalbin ve bir eylül akşamında yaprak çıtırtılarıyla yürüyorsun...  yorgunsun akan sudan daha çok yorgunsun  yalnızsın bir damla kadar göl içinde yalnızsın  aşka dönecek gibisin gözlerinde atıyor kalbin ve bir eylül akşamında yaprak çıtırtılarıyla yürüyorsun.. .

söz müzik düzenleme: cem kısmet

Teşekkürler Pilli Bebek, duyguları bu denli harekete geçirebilme yeteneğine sahip olduğunuz ve 'İYİ MÜZİK' yaptığınız için...

Kız Arkadaşlar

Her aşk sancısını,
her yanlış anlaşılmayı karşı cinse dair,
her aptallığı ve sudan dertleri konuşabileceği kız arkadaşları olmalı bir kadının.
Sadece bunlar değil elbet;
yetiş geç kaldım,
eyvah check-in'i unuttum çabuk bilgisayar bul,
ağlamak istiyorum,
gülmek istiyorum, n'olur biraz duralım 'durmak' istiyorum diyebilmeli.
-kızamadığı onlarca insanın hıncını onlardan alırcasına saçma bir bencillikle-
Şımarıkça kızabilmeli bulduğu haklı haksız her fırsatta kız arkaşlarına.
Hoca, patron, ev sahibi hır çıkarınca sualsiz sığınabilmeli kucaklarına,
Çöplerini, kirlilerini, kıyafetlerini, eşyalarını,
rastgele evinde, masasında, ofisinde bırakabilmeli kız arkaşlarının.
Kız arkadaşları olmalı bir kadının,
kadınlığını unuttukça göremediği ilgiler yüzünden, ona hatırlatacak olan...
Bir kadının kadınları olmalı annesinden başka,
ki hayatı kadın gözüyle görüp paylaşmayı ve kolaylaştırmayı becerebilsin,
hislerini unutmasın, canını çok yakmasın, hıncı içini yemesin ve
tüm dengelerinin ayarlarını yapabilsin, yeri gelince yaptırabilsin diye...
Hepsinden öte,
bir kadını en çok büyüten deneyimleri yaşatan
etrafındaki kadınlar olduğu için herhalde,
açıklamaya ihtiyaç duymadan varlıklarına sevinecebileceği, şükredebileceği ve bunu onlara söyleyebileceği kız arkadaşları olmalı insanın,
en az birkaç tane...
İşte bu yüzden, asıl diyeceğim o ki, sizlere sahip olduğum için çok şanslıyım....

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Kahraman Yemek

Yemek yaptım dün.
Kendim için, tek başıma ve sessizce.
İlginçtir, müziksiz bir sessizlikte,
açık balkon kapısından içeri dolan sokak sesleri ve aspiratör uğultusunun eşliğinde mutfaktaydım.
Neden bilmiyorum ama beynimden ve gönlümden çok kişiyi geçirdim hazırlarken yiyecekleri.
Kimisini aradım, kimisine mesaj attım, bazısını ise sadece düşündüm.
Her an içimden geçenlerden biri gelecekmiş gibi çoğalttım yaptığım yemeği hiç fakında olmadan.
Masaya oturduğumda anladım, en az 2 kişilik daha yemek kaldığını ocağın üzerinde ve tezgahta.
Ay'a karşıdan bakarak oturdum sofraya.
Sokağın gürültüsü kulağımı ve etrafın tozu yemeğimi doldururken,
Durdum bu kez saldırmamak için tabağa.
Açlığımın benliğimi ele geçirmesine izin vermemek için sarf ettiğim çaba kıymetliydi.
Çünkü 'açlık' yalnızca midede de değildi çoğu zaman insanlık hallerinde...
Ulaştıklarım, ulaşamadıklarım ve düşüncemdekilerle sohbet ederek yedim yemeğimi.
Sonra sokağın gürültüsü yerine, aklımda oluşan yazıları ve içimde çalan müziği fark ettim.
Yemek yapma eyleminin de, bende, sineztezik bir algı karmaşasıyla yazı yazmayı tetiklediğini fark ettim zaman geçtikte.
Ardı ardına farkındalıklar yaratan,
halbuki kadın için sıradan sayılan yemek yapma işinin,
masalsı bir yanı olduğu gerçeğiyle, yaşadığım anın 'yalnız kahramanı' ilan ettim kendimi...
Yokluğun varlığa dönüştüğü,
coşkununsa bedenlenerek hayat kazandığı bir deneyimin karşı konulmaz heyecanında,
tüm duyularımın,
dokunarak, tadarak, hissederek, koklayarak ve görerek algıladığı,
o derin ve güzel keyfi yaşadım.
Yemek yaptım.
Ve sonra hiç bir şey olmamış gibi, özenerek demlediğim çayı içerek;
standart olmayan hayatımın ve o hayata ait algılarımın,
standartize olmuş çalışma anlarından birine geçiş yaparken,
rasyonel beynimin dizginleri ele almasına izin verdim.
Sonuçta kahramanlığımı ilan etmemiş miydim bir kere ?
Gerisi standart olsa ne yazardı ki?
Yoksa, gerçek aslında pek de düşünmek istediğim gibi değil miydi?

AY-RI 1


Kirli ve kopuk sesler var aramızda
suç bu.
...gecenin ortasından bir garson geçiyor,
bir bardak bölüyor karanlığı...
Bak,bir kağıtta notlar var,sana yazılan
"ben şimdi uzaklarda bir fırtınayım
gece geçen tren seslerine karışan."
Uzak ve kirli sesler var aramızda
suç bu.
baharı ve kışı özlüyorum aynı anda
sonra yaşlanıyorum giderek
sandalyeleri çağrıştırıyor bu müzik bana...
Bak,şiirin ortasından bir garson geçiyor,
lavanta kokuları
ve ilk günler geçiyor ayrılığın ortasından
bardaklar ve çaylar geçiyor hatta.
Kirli ve üzgün sesler var aramızda
salon ışıklı, bazen gölgeli...garson fraklı,
piyanist yelkenli,
sen eskiden...
sen eskiden...
kırılganlığım geçiyor odalardan
suç bunun adı.
Bak, bütün tınılar isyan
bütün kemanlar gece
duysana kopuk ve uzak bir şeyler var aramızda
ya beni bırak,
ya sarıl bana.

BIRHAN KESKIN

1 Temmuz 2011 Cuma

Yeni Bir Dönemin Ödenecek İlk Bedeli

Şu anda o kadar büyük bir boşluk var ki içimde.
Otobüste ve evime dönüş yolundayım.
Herşeyin çok yolunda gittiğini düşündüğüm bir anda, ama bir anda tepetaklak olan herşey ile yüzyüzeyim.
Hıçkırarak ağlamak, çılgınca bağırmak ve avazım çıktığı kadar isyan etmek istiyorum.
Kurulamayan iletişimin, kıskançlık duygusuyla nasıl da insanların hayatlarını alaşağı edebileceğini deneyimliyorum.
OTOBÜSTEYİM.
Hiç bir isyan duygusunu dışarı vuramayacağım gibi,
dışarı vuramayacağım tüm duygular yüzünden oturduğum yerde yıpranmamak için kendimi sakinleştirmek zorundayım.
Bunu deneyimlemeye çalışıyordum sanırım.
Kimse yok işte.
Sarılacak, anlatacak, üstünü ıslatırcasına ağlayacak.
Evet 5 saat sonra evimdeyim ama eve vardığımda mühendis beynim sorunları çözmek için uğraşacak.
Ne büyük bir sınavın tam ortasında durduğumu fark ediyor ama üzerimde yaratmış olduğu bu sallantıyı öyle çabucak bastıramıyorum.
Kulaklarım uğulduyor.
Derin nefesler alarak ağlamamaya çalışıyorum.
Korktuklarım başıma mı geliyor.
Yoksa hayata bana, daha doğrusu Yaradan bana 'O kadar kolay olmayacaktı herhalde' mi diyor.
Hangisi olursa olsun, 'haksızlık bu!' diye bağıran bir yer var ki içimde gönlümdeki sükunet henüz onu yenemiyor.
Ne kadar naif olduğuma ve her an bu naifliğin beni nasıl da hayretlerden hayretlere ittirdiğine hala çok şaşıyorum.
Zaten nicedir hiç kimseden, hiç birşey beklememeyi öğrenmeye çalışıyordum ama
Artık kimseden en ufak bir 'jest' bile beklememem gerektiğini bir duvara çarparak anlıyorum.
Kusma etkisi yaratıyor bu kaypak yaklaşımlar.
Midem bulanıyor yine ve yeniden hayatın bu saçma düzeninin 'Ta İçine Sıçayım' diyorum.
Ailem dışında bana kimsenin 'Hadi kızım yürü' demeyeceğine bir kez daha şahit oluyorum.
Kendime yeniden, yeniden notlar alıyorum.
Ne böyle bir hoca, ne böyle bir arkadaş, ne de (kendi ailemi tenzih ederek) böyle bir ebeveyn olmayacağım diye.
Ağlamak istiyorum! Çığlık çığlığa bağırmak ve çığlık çığlığa ağlamak istiyorum....
Otobüsteyim ve içime akarken damla damla bütün öfkem, acım, hayretlerim ve çocukça yalnız bırakılmışlık hissim,
Muavinin 'Ne içersiniz?' sorusuna sıradan ve benim için günlük bir zaman dilimini devam ettiriyormuşçasına ÇAY diyorum.
Elimdeki bardak, sıcak sıvısıyla yakarken tüm boğazımı,
Gönlümdeki öfkeyi de, boşaltamadığım zehrimi de yaksın ve ilk moladaki çiş yapma anında bedenimden söküp atsın istiyorum...