31 Mayıs 2011 Salı

Seçmece

Aret Vartanyan
Cinsellikten Korkmayın

17.10.2010

Son yıllarda cinsellikte gidilen ayrım inanılmaz boyutlara ulaştı. İnsanlar cinsel tercihlerini açıklarken onlarca yeni terim kullanıyor. İşte bunlardan hepimizin bildiği birkaçı Gay, lezbiyen, ayıseven, biseksüel, triosexüel, homoseksüel, heteroseksüel...İnsan yaşamının itici motoru cinsellik belkide tarih boyunca yaşamadığı bir buhran yaşıyor ya da insanoğlu medyanın da gücüyle artık kendini özgürce ifade ediyor. Eşcinselliğin insanlık tarihiyle eşit olduğunu düşünen Oscar Wilde, kadın erkek diye iki cinsiyet yaratmanın insanlığa geçirilen en kalın esaret zinciri olduğunu söylüyor.
Elbette cinselliği irdelerken hele ki konu tercihler olurken toplumsal normlar belirleyici rol oynuyor. Ayıp, günah, yanlış, doğru, sapkınlık, özgürlük, bireysellik, toplumsallık gibi farklı bilimlerden yüzlerce kavram işin içine giriyor ve ortaya bir kördüğüm çıkıyor.
Henüz hiç kimse eşcinsellik genetik midir yoksa çevresel faktörlerle mi şekillenir sorusuna cevap veremiyor. Bugüne kadar eşcinselliğe en büyük ayıp olarak bakılırken artık hayvanlarla sex, çocuk yaştaki kız ve erkeklerle seks, sadizm, mazoşizm gibi farklı kavramlarla, kendi kanaatimce eşcinselliğin çok masum kaldığı alternatif tercihlerle tanışıyor.

Peki neden? Bu soru dönüp duruyor. Ben de diyorum ki neden bir neden arıyorsunuz? Belki cinsellik hiçbir zaman kadın erkek arasındaki ilişkinin bir boyutu olarak yer almadı. Hatta belki her beden kendi cinsel yaşamını arıyor. Sadece toplum, cinselliği kalıplara oturtmaya çalıştı, çalışıyor. Ve şimdi değişen dünya, ifade araçlarının çeşitlenmesi, özellikle de Internet, gerçekleri ortaya çıkartıyor.
Ve en acısı cinselliğin bir tabu olarak görülmesi, konuşulmaması insanoğluna en büyük baskı ve acıyı getirdi. Belki fazla ütopik ama John Steagel’in bir iddiası var diyor ki: Şayet insanoğlu kendi cinselliğini dilediği gibi yaşıyor olsaydı bugün dünyada ne savaş, ne kötülük ne de dünyevi acı olurdu diyor.
Cinselliğiğ konuşmaktan, tartışmaktan, üstündeki toprağı temizlemekten korkuyoruz, üstünü örtmeye çalışıyoruz. Ama her türlü baskıya rağmen o bizi yönetiyor. Bugün okuduklarımızın, gördüklerimizin tamamı ve fazlası her zaman vardı. Sadece biz duymuyorduk, görmüyorduk, bilmiyorduk. Ya da üç maymunu oynuyorduk

Ne olursa olsun her zaman, her konuda düşünceleri, kimlikleri, duruşları açık açık ortaya koymak, konuşmak, görmemezliğe gelmekten ya da üç maymunu oynamaktan kat be kat daha iyi olacak. Bugün bir seks sektörünün varolmasının, underground işler üretilmesinin, tecavüz oranlarının yükselmesinin temelinde konuşamamak, paylaşamamak, bir şeyleri doyasıya yaşayamamak yatıyor.

Cinselliği konuşmaktan, kendinizi ifade etmekten, farklı tercihlere sahip insanlarla bir arada olmaktan korkmayın. Susmaktan, yaşamınızın kabusa dönmesini izlemekten, yaşamın en temel dürtüsüne karşı durmaktan korkun.

--------------------------------------

Çok da söze gerek kalmıyor sanki değil mi ?

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Zeki Müren - Sorma Ne Haldeyim



Klip, böyle de olur dedirtiyor...
Sezen Aksu'nun yarattığı inanılmaz şarkının eşsiz yorumlarından biridir...
Müslüm Gürses'ten de dinlenmesini tavsiye ederim...

"Gün ağarınca boynum bükülür
dalarım uzaklara gönlüm sıkılır
sorma ne haldeyim
sorma kederdeyim
sorma yangınlardayım zaman zaman
sorma utanırım
sorma söyleyemem
sorma nöbetlerdeyim başım duman
ah bu yangın beni öldürüyor yavaş yavaş
kor kor ateşler yanıyor içimde
aşkı beni kül ediyor..."

29 Mayıs 2011 Pazar

Fotoğraf

Çantada taşınan bir makineydi sıradan, sessiz ve kimliksiz.
Sonra el oldu, göz oldu, dil oldu sırayla.
Sessizdi. Sözsüz ve hiçti.
Anlamı ve değeri yoktu.
[Kimbilir belki de bir Lâl kadardı değeri....]
Tutan elden, gören gözden ve yansıyan histen başka dostunun olmadığı gibi.
Kimliksiz ve sessiz varolmaya çabalarken, an'a eşlik etmeye meyleder bir hali vardı.

Şimdiki zamanın paha biçilmez kıymeti ve kudretine şükredercesine, an'da kalır bir coşkusu vardı.
Tekdüze hayatların solgun renklerine anlam'la ışık katarken,
ifade gücünün sözcüksüz bir sureti halini alıyordu.
Sıradan bir zaman parçasının, insani yaratımın ne denli güçlü bir eşlikçisi olabildiğini haykırıyordu sunduğu farkındalıkla.
Basit bir makine, fotoğraf denilen sanatı yaratan kıymetli bir araca dönüşüyordu.
Tutan ele ve perdelerin ardını gören göze, saygı barındıran bir kıymet katıyordu.
Fotoğraf, an'ların ölümsüzlüğünü resmederken çantadaki sıradan makine ile,
dramatik bir andaki sessizliği tamamlayan keman tınısının eşsizliği ile yarışırcasına,
varolma çabasındaki insan maskelerinin tutundukları dallar halini alıyordu.
O dallar ki nice sonra çaput bağlayarak dileklerini sundukları ve iç geçirdikleri birkaç kaliteli kağıda baskılanmış ölümsüzlük an'ları oluyordu...
An'lar, anılar olurken,
fotoğraf yaratılışı sırasında bir türlü göremediği değeri,
kaçırılan şimdiki zamana vah eden, maskeleri düşmekte olan insan suretlerinden tadıyordu.
An'ı gören göze şükretmeden şimdiyi kaçıran ve zamanın geçişine serzenişte bulunan insan suretleri...
Farkındalık fotoğrafta,
Fotoğraf gözde,
Göz yürekte saklı kalıyordu,
Eğer görülememişse bu basit makinenin vizöründen bakarken o kalın perdenin ardı...
Farkındasızlığına ya da boşvermişliğine yenilen insan maskelerinin sureti tadamamış duvarlarında,
saklı kalıyordu şimdi'nin kudreti ve yaratımın harikası.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Seçmece

Seni Saklayacağım

Seni saklayacağım inan
Yazdıklarımda, çizdiklerimde
Şarkılarımda, sözlerimde.

Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni,
Yaşayacaksın gözlerimde.

Sen göreceksin duyacaksın
Parıldayan bir sevi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.

Bakacaksın, benzemiyor
Gelen günler geçenlere,
Dalacaksın.

Bir sevgiyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır,
Harcayacaksın.

Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.

Bir gün, tam anlatmaya…
Bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım…
Anlayacaksın.

ÖZDEMIR ASAF

Cuma için güzelleme

Aynen öyle... Cuma için güzelleme.
Tanrım nasıl da yoğun bir haftaydı. Geçen 15 gün sanki çok sakinmiş gibi.
Bugün artık pes etti vucüdum. Hatta dün pes etti yaklaşık 18:30 sularında.
Yattığım yerde kaldım. Arada gözüm açılmadan yediğim bir-iki lokma yemek, ayakta olan bedenim tarafından yendi. Ruhum ise hala yatakta uyumaktaydı.
21:30 da tekrar yatıp ertesi sabah yani bugün 10:00 da kalkana değin uyudu ruhum. Uyudu ve dinlendi. Bedenimin de aynı şekilde dinlendiği gibi.
Uyandığımda üzerimde inanılmaz bir neşe vardı. Gözümü gülümseyerek ve 'ohhhh! cennetten geri geldim' diyerek açtım.
Tabii güzel anlar hızlı sonlanır ya hani. (Yazdığım an bir kaç şey geldi gözümün önüne, hızlı sonlanan güzel anlara dair.) Sizi feci etkileyen bir karşı cinsin hızla uzaklaşması ve afallamaktan hareket edemediğiniz o an, nefessiz kaldığınız biranda, camdan kendinizi aşağı sarkıttığınızda temiz havanın yüzünüze çarpıp içinize dolan o taze halinin etkisi, yağmur sonrası toprak kokusunu burnunuzun ilk aldığı ve size bir 'es' verdirttiği an, ilk dokunuşun yarattığı heyecan sevgiliye, ilk azar yenilen zaman gözüne girilmeye çalışılan öğretmenden vs, vs...
Her neyse ! Uyanışımın üzerimde yarattığı mutluluk anı çok uzun sürmedi sözün kısası.
Standart sabah operasyonlarından sonra, paldır küldür okula gidişi, sosyelleşmek için katıldığım ancak daha sonraları üzerimde yeni bir sorumluluk yaratan sevgili dans derneğimin yk toplantısı takip etti. Sevgili arkadaşlarımdan birinin bana sorduğu soru en ciddi olduğumuz gergin anı enfes bir şekilde dağıttı. Diğer iki arkadaşımızı göstererek "Aysu bizden, 3ümüzden sevişmeden, bak ama burası önemli, sevişmeden birşey çıkar mı?" diye sordu. Tabii ki hepimizin dağılması ufak bir ara yarattı toplantı haline ama, ara keyifliydi. Zaten bizim toplantılarımız, ben birşeylere hırlayıp gürlemiyorsam genelde sakin ve eğlenceli geçiyor.
Ardından bilimsel hayatımın devam eden 'deney süreçleri' beni yordu... Karanlık bir odada, iki göz deliğine ait bir mikroskobun başında geçirdiğim saatler bana çok verimli geri dönüş yapmasa da 'eh işte' denebilecek sonuçlar elde etmek de önemliydi.
Sonrasında ise, uzun saatler uyuma ve deneysel, toplantısal çalışmalardan ve kafa patlatmalardan sonra, TGIFriday yaklaşımına Friday Night Fever/Cuma Gecesi ATeşi'ni ekleyip ailecenek daha önceden biletleri alınmış Ajda Pekkan konserine aktık (!) tabiri caizse.
Ajda anlatılmaz yaşanır bir performanstaydı. Salon 90% oranında doluydu.
İnsanlar coşku saçıyordu.
Tüm bu coşkunun içerisinde babamın uyuma eğilimde ve kıpırdamadan konseri izliyor olması bir efsaneydi belirtmeden geçemiyorum.
Annemin Ajdanın giydiği babydoll tadındaki elbisesine takması ve bunu 'gözüme hitap etmiyor napıyııımmm' diyerek onlarca kez söylemesi, zaten ayrıca dalga geçilecek bis husustu...
Sanırım ihtiyarlıyor ya neyse... :)
Sonuçta bir Cuma gecesi de böylece (tabi eve gelince Beyaz showa biraz bakıldı) bitmiş oldu.
Cuma'ya güzelleme olsun diye de yazılıverdi işte böyle çala-parmak ;)

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Prensime...

Aşk gibi birşey seni sevmek.
Göğüs kafesimin ortalarından başlayarak karın boşluğumu dolduran bir duygu yaratıyor varlığın.
Bir süre önce bir erkeğe duyulmuş aşktan geriye bir boşluk olarak kalan o yer,
Senin dokunuşunla, bakışınla ve kokulu öpüşünle doluyor.
Ellerini avcumun içine sıkıştırışınla hayat denilen o kıymetli şey yeniden damarlarıma doluyor.
Gözlerini dikerek sana ait bir kaç beğeni jestini dışa vurduğun ve
Benim o minik anları yakaladığım her anda,
Yanaklarımın pempeleşmesine ve yüreğimin sevinçle ışıldamasına sebep oluyor o derin masumiyetin.
Gece uyanıp uyanıp sana bakarken ve üzerini örterken,
Karnımın ortasında beliren his bir alev gibi beni de yeni bir yaşamın karşı konulmaz isteğine sürüklüyor.
Kadınların bir noktadan sonra karşı koyamadığı,
Delicesine yoğun ve suçlunun hormonlar olduğu o tehlikeli duygu,
Bedenimi daha diri ve daha çekici kılıyor karşı cinse karşı...
İsmimi söylerken ki peltekliğin,
Tanımdan uzak hareketliliğinin yanında, o delice koşuşturmanın arasındaki sarlak hallerin,
Söz dinleyişin, dinginliğin, kendi kendine saatlerce oyun oynayarak zaman geçirişin,
Ailedeki herkese sevgini gösterirken yaptığın gibi,
Tanışmak için her gittiğin arkadaşın karnına dokunuşun ve el sıkışmayı tam olarak öğrenemediğin için el ele kalan hallerin,
Sana bakmayan kızların arkalarından bakakalışın,
Korktuğun an, taklidine bayıldığın yengeçler gibi yan yan gelişin ve bulduğun ilk bacağa sarılışın,
Sence kurduğun tam (!) cümlelerin bizler tarafından anlaşılmayışı üzerine yüzünün aldığı şekil ve çaresiz tekrar edişlerin,
Sesleri aynen taklit edişin ve içinde çalan müziğin bütün gece susmadan devam edişini, ellerini bacaklarına ve kollarıma vurarak dışa döküşün,
Ama hepsinden öte mahzun gözlerini kaçırarak, gülümseyen dudaklarınla bana 'Teysseee' deyişin beni halden hale sokarken,
İçimde aşk gibi birşey yaratıyor varlığın kuzum, miniğim, prensim..
Islak ve koklayarak öpüşlerinle uyandırılmayı ve ellerinin avcumu dolduruşunu özledim,
Oysa ki seni görmeden geçen epi topu 3. günün içerisindeyim...

17 Mayıs 2011 Salı

Kanıma Dokunan Birşeyler Var Kontrol Edemediğim

Öyle...
İçimi acıtan onca şeyin içerisinde, beni bu duyguya sürükleyen, dilimden bu derece derin ve keskin anlamlara sahip iki kelimeyle dökülen bir duygu; Kanıma Dokunmak! Güçlü, peşi sıra çaresizlik getiren ve acımasız iki kelime.
Öfkemi ve küskünlüğümü yükselten, cesaretimi yahut sizliğimi (!) yeniden sorgulatan, eylemsizliğime küfür etmeme neden ve bana bahşedilen bu beyni kullanamadığımı düşündürten onca şey.
İçinde yaşadığım bu ülkenin, bir 'halt' olma yolunda ilerleyen her kıymetli vatandaşı, pardon küçük burjuvasisinin kendi çapında entellektüel her aydını/aydın adayı gibi, elimden hiç birşey gelmeden izlediğim, giderek daha da kötüleşen, korkunun egemen olmaya başladığı ve beni ve benim gibileri gün be gün dışarıya doğru attığı muhteşem düzeninde, ne Neyzen gibi bir 'Hiç' ne de Deniz gibi bir 'İtici güç' olmayı başarabilmiş arafın çomak sokulası düzeninde kalmış bir 'halt'ım. (Kibarlık korunsun diye içimden geldiği gibi .ok diyemediğimden kaynaklanır bu kasılma!).
Tam birkaç satır öncesinde de söylediğim gibi giderek artan korku kültürünün içinde yer bulmaya çabalayan, sesini çıkarmak için uygun ve yürekli topluluklar arayan, giderek daha aktivist olan ve belki de hepsinden öte, ne olursa ama ne olursa olsun, düşünmekten ve soru sormaktan vazgeçmemeye çalıştığım hayatımın şu döneminde, tam anlamıyla yetişkin olduğumu hissettiren ve giderek daha da acıtan bir yaşamı yaşıyorum, yahut yaşamaya çalışıyorum.
O denli büyük bir araf ki bu. Şimdiye kadar hep gitmekle kalmanın arasında sıkışmış küçük bir kız çocuğu gibi hissederdim kendimi. Şimdi ise gidip de bir daha dönmeme arzusu/tiksintisi/isyanı ile bu ülke için birşeyler yapma ülküsünün arasında kıskıvrak sıkışmış genç bir kadınım. İki lafından biri koruma güçlerine, düzene, yönetime, adaletsizliğe, insanının aptallığına, kabul edişine sorgulamaksızın ve koyun sürüsü eğilimine küfür etmekle biten, çaresizlik hissindeki ateşi karnının tam ortasında hisseden, haksızlık karşısında nasıl bu denli suskun kalınabildiğine, nasıl da öylece olup bitenin kabul edildiğine ve en acısı da bu denli farkındasızlık çukuruna düşüldüğüne zerre anlam verememekte olan, iyi eğitimli (ve bu eğitimi, devam edecek olan öğretimle artacak olan), küçük burjivasinin entellektüel olmaya çabalayan genç bir kadın üyesi...
Komik değil mi? Durduğu yerden bakınca, şu zavallı gencin gördükleri içler acısından hallice değil mi?
Bu kadın sorgulama eğilimi yüzünden, şimdiye değin ne herşeyi ilk söylenişte kabul edebilmiş, ne saçma olduğu belli insanların birbirini kandırdığı üzerine vazife olmayan herhangi bir tartışmada geri durabilmiş ve ne de yüreğini yakan herhangi bir aşkı doyasıya yaşayabilmiştir. Bu da çok komik değil mi ? Aşk ne alaka ?
Olur mu? "Sen benim hayatımın anlamısın" diyen adama alaycı gözlerle bakıp "benden önce de bir hayatın vardı dimi hayatım, abartmayalım" demiş, "Seni aldatırım ben boşver" diyenine "o işi becerebilmek için kendini de aldatman lazım hayatta beceremezsin sen" diyebilmiş, bu yüzden genelde işleri zorlaştırmakla, fazla zeki olmakla, "niye şöyle bir kere de susuver"memekle, vb yaklaşımlara maruz kalmış yada yol yakınken korkulup yanıma gelmeden kaçılmıştır. Ben mi bünyeye zararım yoksa sadece beynimin soru soruyor olması mı başkalarına batıyor anlayamıyorum.
Herneyse. Zaten ben insanlığı bu ara pek anlayamıyorum. Düzenlerin içinde küçük, değersiz ve aşağılanan ruhları, yönetimi ele geçiren mental, ruhsal ve sezgisel Cahillerin egolarını, kafayı peri/melek/fal/ruhaniyet vb. ile haddinden fazla bozanları ve onların iş yapamaz hallerini ve alenen gözünün içine baka baka birine yalan söyleyen ve kandıran; cismi, sıfatı ve bitimi ne olursa olsun herhangi kimseleri ve o kimseye biat edenleri HİÇ ANLAYAMIYORUM!
Tabi bunun yanında anlayamadığım bir grup daha var. Ülkeye yön vermesi gereken, iyi eğitimli, iyi öğrenimli, sahip oldukları sosyo-ekonomik olanaklar ve bulundukları stratejik konumlar gereği bu ülkenin ileri götürücü gücü olarak nitelendirilebilecek, entellektüel birikimleri gereği aydın diye tanımlanabilecek o diğer grubu da anlayamıyorum.
Tam bu nokta da yardımıma inanılmaz bir tanımlama yetişiyor. "Aydın dediğin nedir? Bir çanak suda bir damla zeytinyağı. Ne karışabilirsin o suya ne de dibe çökebilirsin. Kalırsın öyle olduğun yerde bir başına..." Bu ülkede yaşamış ve edebiyat dünyasına çok önemli eserler ve etkiler bırakmış bir adamın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban adlı eserinin, tiyatroya uyarlanmış aynı adlı oyununu izledim geçen ay. Oyunda ana karakter Ahmet Celal'in, kendini bir yaban olmanın ötesine geçiremeyişinin isyanı ve yüzleşmesi, ağzından çıkan bu sözcüklerle oluyordu. Bu isyan, en az iki dil bilen, edebiyatı hayatının merkezine yerleştirmiş, entellektüel, okur-yazar ve düşünür, paşa oğlu ve vatanı uğruna asker olmuş ve cenk etmiş bir aydının, kaybettiği kolu sonrası sığındığı, ülkenin herhangi bir köyündeki insanlara, kendini yabandan öte ifade edemeyişinin birebir anlatılışıydı. Şimdi bir durup düşünün. Ne kadar farkındayız olup bitenin. Anadolu'nun içinde dönen düzenin neresindeyiz büyük şehir çocukları/yetişkinleri/yaşlıları olarak. Küçük burjuva ahlakını korumaya çalışırken, refah arafı yaratan vicdani saçmalıklarımızı bir kenara ittirebildiğimizi varsaysak bir an için, ülkenin küçük ve içe kapalı yerlerinde dönen, kimin eli kimin cebindeliklerini, açlığı, yokluğu, isyanı, biat kültürünü, devlet babaya duyulan yüksek saygıyı, kadının yok edilmişliğini, vs vs, tüm iç dinamiklerden hangisini ucundan tutup da anlayama çalışabiliriz acaba? PEKİ YA SORU SORULMAYIŞINI? KORKUYU? BOŞVERMİŞLİĞİ? OLUVERSİN BİRADERCİLİĞİ ? Hangisini şapkayı önünüze koyarak irdeleyebilirsiniz? Ben bir birey olarak, yetişkin olarak hangisine dil/el/yor-yordam uzatabilirim acaba ?
Alaycı bir gülümseme var yüzümde ve duruşumda kendime karşı. İsyanlarımın ve çaresizliklerimin ortasında herşeye çözüm üretebileceğini düşünen mühendis beynimin, üstelikte bilimsel araştırmanın göbeğinde dururken, hiç bir çözüm üretemediğini, ufacık bile bir değişiklik yaratamadığını hissettiği bir andayım. Tam ortasındayım kariyer çizgimin ve içimdeki isyan ".iktir git" diyor. "Tek gidişlik uçak bileti kızım, al ve arkana bile bakma". Sonra yüreğim su yüzüne çıkıyor. Hepsi gidenlerin böyle bir dürtüyle gitti. Hepimiz gidersek zaten bize bırakılmayan bu güzel vatan hepten bizim olmaktan çıkmayacak mı? diye soruveriyor. Sonra çocuksu bir pembelikte "şimdi git, sonra dön" diyor içim. O da neyse...

Tam bu anda, bir nefeslik zaman için elimi attığım Birhan Keskin'in Yol kitabı ne diyor...

Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.
Bilemem, belki bu yüzden
Ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.
Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
Yine de döneyim döneyim istedim.

Kim nasıl anlamak isterse. Şu anda bu şiir, ülkem, ülküm, ideallerim ve doğduğum topraklarla, ruhumun kaçışı arasındaki arafın bizzati yapılmış resmidir benim için.

Bütün bunlar nasıl böyle alevlendi bilemiyorum.
Aslında hep içimde tuttuğum şeyler geçenlerde izlediğim bir videoyla şah-a kalktı.
Çok iyi tanıdığımı çok söyleyemesemde, hissettiğim kadarıyla içini, yüreğindekileri, yaklaşımlarını ve hepsinden öte kıvrak zekasını sevdiğim, fikirler arası bağlamalarında gülmekten yerlere düştüğüm, ortalıktaki bizim ayar çoğu karşı cinse göre konuşulabilir, anlaşılabilir, arkadaş olunabilir bir erkek. Her gülüşü, her sohbeti ve samimiyeti 'anam karı elimde' dürtüsüyle irdelemeyen, karşısındakinin aklına, fikrine ve duygularına dinleyerek, söyleyerek değer veren bir insan. Yani insan! Umarım yanılmıyorumdur ama ben de uyananlar bunlar 2 yıldır.
[Belki kendisi de okuyacaktır o yüzden bir not: bunlar seni başkaları bilsin diyeydi :)]
Bu sevgili insan tahminimce bir espriyi sessizce devam ettirmek adına bir video paylaşmış ve benim ismimi beyan etmek suretiyle bana video aracılığıyla sataşmıştı.
İzledikten sonra fark ettim ülkenin İNANMAYA ihtiyacını. Bu ülkenin güzel insanlarının KORKULARININ BOYUTLARINI. Hep bir kurtarıcı bekleme halini ve tabiki, tabiki zerre SORGULAMAYIŞINI.
İçim kaynadı bir anda. Contorium diye bir madenimiz varmız bre dostlar. İstanbul Boğazı'nın altındaymış. Erguvan rengindeymiş. Madenlerin rengi üzerindeki topraklarda yetişen bitki örtüsünde gösterir ya kendini bir tek boğaz çevresini saran erguvanlar direk olarak yerini gösteriyormuş bu madenin. Öyle ki bu maden zilyon yıllık periyodik cetvelde duran Toryum elementi ile aynı atom numarasındaymış (!). Periyodik cetveli yapan Mendelev rus hükümetinden korkusuna koyamamış. Şimdi 3. boğaz köprüsü ihalesini yapacak olan yabancılar alıp alıp kaçıracakmış. Halbuki bu maden yararlı radyasyon yayıyormuş. Cep telefonunun, her türlü elektronik eşyanın zararlı radyasyonunu engelliyormuş. Nükleer enerjiden tehlikesizmiş o yüzden nükleer santral yapılacaksa etrafı contorium madeni içeren sıvayla kaplanmalıymış iyi radyasyon kötü radyasyonu yenermiş. Nötürlermiş bre dossssstttlaaarrrrrrrrrrrrrr..........
Ama tabi her radyasyon çeşidi gibi bu da yenirse mutasyon yaparmış. (Hemen bu söylemin ardından derin su canlıları olarak bilinen okyanus dibi vahşi canlıların resimleri verilmektedir.) OHAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAAA!!!!!!!!!!!!
Yanında kimse kusura bakmasın ama HAssssssssssssssssssss Sttttirrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr..... (Otosansüre gelllll. Bunu bilhare yazacağım. Kendi blogumda ağız dolusu küfür bile edemiyorum!)
Bu ne arkadaş. Bu ne? Biri bana açıklasın.
Doğal ve olması gerektiği gibi "Ne la bu ?" (Behzat Ç. izleyen bir Ankaralıdır bu blogun yazarı) diyerek sadece 25 dakikalık bir internet gezintisiyle, bunun zirzop bir üniversite öğrencisi tarafından tam manasıyla dalga (buraya çok şık bir kelime vardı ya 'ayy argooooo !!!!' açık-saçık videoculardan sanar sevgili BTK bizi!, sansürler mazallah) geçmek amacıyla yapılmış bir eğlence videosu olduğunu anladım. Ama yanında okuduklarım nutkumun tutulmasına ve işte başta yazdığım duygunun hepten su yüzüne çıkmasına sebep oldu: KANIMA DOKUNdu bir şeyler. Çünkü herkes inanmıştı. Paylaşmayan ülkesini sevmiyor naralarımı istersin, ülkücülerin olayı 'detaylar bizde' diye sahiplenişlerini mi, zavallı insanımın zaten olmayan parası ve sömürülmüş hayalleriyle 'zaten fakir nereden para bulup da yalı alsın, vah vah gitti kalan ahir ömrümüz de işte' tadında feyatlarını mı...
Bu ne arkadaşşşşşşşş, bu ne? Ulan sığındığınız, 5 vakit namaz kılıyor, din, ahlak, Allah diye elinizi, belinizi, ruhunuzu teslim ettiğiniz o muhteşem adamların iktidarında inandığınız güzel Rabb'imin size verdiği AKIL NEREDEEEEEEEEEEEEE? Size o eşi bulunmaz aklı, bu yüce Yaradan kullamayın diye mi verdi ? Herşeyi benden bekleyin, düşünmeyin, çalışmayın, sormayın, merak etmeyin diye mi verdi?
Delireceğim. Bir Allahın kulu da çıkıp anam neymiş ki bu contorium demez mi? Tabii hiçbiri kimya bilmez, hiç biri politikadan anlamaz, merak etmez, soru soran çocuğu daha çocukken döverek susturur merakını içine kaçırır, bilgisayardan zerre anlamaz, açıp interneti Hz. Google a birşey yazmaz, ama her haltı bildiğini iddia eder ve ahkam keser ya, benimseyivermiş halkım contoriumu. Şimdi bunu yapan zavallı çocuk (gerçi ona da sanki biraz müstahak ama! orası ayrı bir durum, lümpen BÜ tayfasından olduğunu düşünüyorum kendi fikrim (: ) ölüm tehditleri, tartaklar yiyormuş. Zavallı halkım da KORKUDAN tabii yahu ne bu işin aslı diye bir türlü soramıyor. Sormak için geç kaldı çünkü. Önce kabul et sonra sor olmaz arkadaş. Önce karıştıracaksın, şüphe duyacaksın, anlamaya çalışacaksın. Sonra açacaksın kendini, fikirlerini, inancını. Havada uçan her söze inanırsan ne kaldı senden, düşüncelerinden, ideallerinden geriye.
Ama kime anlatıyorsun, sen zavallı bir yağ damlasısın koca çanakta. Yabanın önde gideni.
Anarşik, inançsız (bana inançsız diyen beyni küçük şahsiyetlere ah neler demek istiyorum ama işte Yaradan'a ayıp olur), terbiyesiz, halktan uzak, ütopik hayallere sahip hayalci ve yeri gelir SUÇLU olursun. Suçlu olur, lekelenir, kirletilir ve susuturulursun. Korkutulursun kaybedeceklerin sana tehdit olarak kullanılırken. Kariyerin, ailen, prestijin, paran...
Bu arada, ülken, doğan, yaşam alanların, milletinin maddi zenginliği, kültürel zenginliğin, kardeşlik duyguların, millet bilincin yok edilir kime ne?
Kime ne babam, kime ne ?

Özetle (dalga mı geçiyorsun bre kadın kim bilir kaç dakikadır okuyorum diyor gibisin okuyucu! :) kanıma ve gönlüme dokunan bir şeyler var kontrol edemediğim. Dile pranga vurulsa da düşünceye vurulmuyor işte, malumunuz. İstemeyen okumasın zorla mı kardeşim... :)
Kafa şişirdiysek affola ve fakat bunlar herhalde artık çocuk olmadığımızdan.
Yetişkinlik sorumluluğu yalnızca ana-baba olunca ortaya çıkmamalı diye büyütülmüş olduğumuzdan. Bu ülkeyi herşeye rağmen çok seviyor olduğumuzdan.
"Ama yalanlar görüyorum hala burdan bakınca şu sonsuz dünyaya..Olsun demek de zor artık Çocuk düşlerimiz yok artık.." olduğundan. Bu son cümle beni hepten vurdu, kırdı geçirdi. Buyrun dinleyin...
Nefes alabildikçe, insanlığı sevebilme ve onun için bırakmaksızın direnebilme gücünü hissedebilmek dileğiyle...
Coşkuyla...

Olsun - Pilli Bebek :

15 Mayıs 2011 Pazar

Seçmece

XXXII

Ömrü gurbette geçenler gibiydim senin yanında
Duymadın mı, çok söyledim ?
O uzun gurbette,
Ben senin "adalet" diye diye nasıl unufak olduğunu gördüm.
Göre göre, duya duya,
yine de bigane olarak her şeye.

Bilmedin ki; ben senin gurbetinde delirmemek için
kalbimin aklıyla ördüğüm bir yıldızlı kubbede
yaşadım.

Tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?

Adaletin içinde bir zalim oturur.

Birhan KESKİN

5 Mayıs 2011 Perşembe

Hıdırellez

Bugün 5 mayıs 2011 yada yazımını sevdiğim için her yere tarih atmama sebep olan 5/5/11.
Bugün hava,
yağmakta olan Nisan yağmurların ortaya çıkardığı toprak kokularına inat yaparcasına,
dişi bir cilveyle AŞK kokuyordu.
Bedenim aşkı yaşarmışcasına diri,
Dilim aşkı tadarmışçasına lezzetli,
Nefesim aşkı solurmuşçasına canlıydı.
Ama hepsinden öte aşkı yüreğimde taşırmışçasına parlaktı bugün ışığım.
Hıdırellezden mi acaba diye düşünmeden edemedim.
Çünkü ortada ne bir aşk vardı yaşanan, ne de bir adam aşık olunacak.
Sabah ofise girerken yolda burnuma çarpan nefis çiçek kokuları ve
Odama geçmeye çalışırken burnuma dolan ve
beni daha o dakika etkisi altına alan parfüm kokusuyla hatırladıklarımdı belki de bu halin sebebi.
Koku hafızası denilen bir kavram vardır;
Anıların kokularla kayıt altına alınması özet bilgisiyle anlatılabilecek.
Beni mutlu eden ve farkındalığımı arttıran, doğanın o eşssiz kokusunu pekiştiren,
bir parfüm oldu bu sabah.
Laboratuvarın tüm koridorunu saran ve beni onu bulmaya iten, anılarımı kodladığım bir koku.
Bir kaç tur atmanın sonucunda buldum kokunun sahibini ve doğruladı beynim burnumun algıladığı ve sayesinde hatırladığı onlarca şeyi.
Bu parfüm benim için aşk kokan bir sürecin,
kokuyla özdeşleşmiş ve doyasıya biriktirilmiş anıların en canlı
ve bir daha kullanılmayacak olan şahidiydi.
Sabahtan itibaren sahip olduğum ışıldama, içimdeki aşk hissi ve havada kokan güçlü duygu belki de parfümün getirdikleriydi;
yahut Pan'ın kavalının ve kokunun dansının ta kendisi*.
Aşkı bizzat yaşamadan da hissetmek gerektiğinin canlı tanığıydım bugün.
Aşk bir kez girmeye görsün beden pencerelerinden içeri.
Taşar da taşar ve istemsiz bir güce ve coşkuya boğar benliği.
Öyle de oldu nitekim.
Gözlerimin parıltısı ve yüreğimin taşkınlığı,
önü alınmaz bir enerji, coşku ve kahkaha olarak yansıdı dışarı.
O seneye ait şarkıları mırıldandı dudaklarım ve
farkına varmadan beğenilmemi ve ilgi çekmemi sağladı.
Oturdum oysa ki yalnızca. Konuşmadan, hareketsiz ve noktasal bir halde.
Ne bir kıskançlığa, ne bir ilgiye ne de bir tepkiye sebep yaratacak herhangi bir şeye meğil vermeksizin.
Ama dışarı sızan aşk hareketli ve neşeliydi.
Durdurulabilir yahut söndürülebilir değildi ne yazık ki.
Bedenim otururken, benliğim etrafı ve insanları seyreyledi.
Dolayısıyla da insanlar beni...
Bugünü unutmayacağım.
Aşkın o nadide yaratımını ve kattığı o basit farklılığı hep içimde tutmaya çalışacağım.
Hıdır ve İlyas'ın buluştuğu bu özel günde, hep aşk dolu kalmak dileğiyle...
Ah minel aşk sen nelere kadirsin... :)

* Tim Robbins'in Parfümün Dansı kitabına gönderme yapılmaktadır...