31 Aralık 2010 Cuma

Yeni Yıla Merhaba

Sevgili Kuzenimin paylaştığı ve kendisi yazmamış olmasına rağmen hem benim için, hem başkaları için bu 'çok doğru' yazıyı herkes görsün istedim... Biterken bir yıl daha, her daim "yaşıyoruz çok şükür" diyebilmek için, hayatımıza katacağımız onlarca güzel ve özel şeye gönülden ve kocaman bir merhaba diyebilmek için; HERKESE MUTLU YILLAR!!!
AK
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Belki bu yıl çok şeye kızdın...delirdin...kırdın...

Belki kendinden ödün verdin...savaştın...tek kaldın...

Belki aşık oldun...belki sevildin...belki terk edildin.
..

Belki aldatıldın, belki istenilmedin...kim bilir ...

Belki çok para kaybettin...belki işinden oldun..
.

Belki "ne yapıyorum ben yaa" cümlesini ard arda kurdun...
Her ne yaptıysan yaptın...
HER NE OLDUYSA BİTTİ... hepsi geçti...

Onlar, senin bir üst kata çıkman için
YAŞAMAN GEREKENLERDİ, BIRAKMAN GEREKENLERDİ, o kadar...
Bu çok güzel bir yıl olsun tamam mı? ...Bunun için sen de gayret et!....

YENİDEN BAŞLA HERŞEYE...

Gülmekten yanakların çatlasın..
Paranı koyacak cüzdan bulama...
,
Bankalar "yatırım" hesabın için telefonlarda kalsın...

Sağlık bedeninden aksın...

Aşk kalbini patlatsın...

Sen ışıl ışıl ol, herkes peşinde dolaşsın...

Başarıların dillerde dolaşsın.....


Yastığa koyduğun kafanda "huzura" daha fazla yer kalsın....

ve her gece "
iyi ki bunları yaptım",

"iyi ki bunları yaşadım
" diyerek uyu...

Yaşadıklarından ne öğrendiğini fark ederek... büyüyerek...

Yaşadığın herşeyden ve herkesten özgürleşerek...

Yalnızca kendin olarak... kendin için yaşayarak
...

Her sabah sevinçle uyan.. daima ileriye bakarak..
.


Mutlu yıllar!

27 Aralık 2010 Pazartesi

Pazartesi'ne Dem

Geçen hafta yada bir önceki haftaydı.
Öylesine bir söylenme ve bıkkınlık hali tutturmuş gidiyordum.
Sabahtan akşama kadar suratımdan düşmeyen gıcık ve yanında avare bir çıkmaz yaratan meymenetsiz suratla oturduğum bir sırada, yüzünde o kocaman gülümsemesiyle geldi odaya.
Havadan sudan konuştuk 5 dakika falan. Laga-luga yani anlayacağın.
Sonra "iyi değilsin sen" dedi.
Baktı kömür gözleriyle gözümün içine içine,
beni bir açıklama yapmaya zorlarcasına.
'İşte bildiğinin ötesinde birşey yok' dedim. 'Sıkılıyorum.
Gelmek istemiyorum buraya, bir süre kimseyi görmek istemiyorum,
Herkes sussun, herkes kaybolsun' dedim.
'Pelerinimi kaybettim ondan oluyor' dedim.
"Görünmezlik pelerini galiba o" dedi.
Güldük. En azından çalıştık gülmeye.
'Benim biraz dinlenmeye ihtiyacım var' dedim haykırırcasına.
'İzin almak istiyorum ama, sıçtığım sıkışıklığında o kadar çok işim var ki...' dedim, bu kez sesim istemsizce titrerken.
'Bana bir kesit lazım, yeni bir başlangıç..(sessizlik)... dedim.
'Anlıyor musun ?' diye sordum en isyankar halimle. Anlaşılmak için bir nev-i çığlıktır ya anlıyor musun sorusu. Aynen öyle sordum.
Gülümsedi.
Hala dik dik gözümün içine bakan gözleriyle,
Hiç şaşırmayarak üstelik,
"Kızım ben her Pazartesi hayatıma yeniden başlıyorum sen ne diyorsun ?!?!?!" dedi.
Son 1 aydır sık yaşadığım bir his oluştu göğsümde.
Tır geçti yine üzerimden. "Her Pazartesi hayata yeniden başlamak".
Kelebek misali ve aynı zamanda içi bir türlü doldurulamayan Carpe Diem akımına en yakın versiyonda hayatı yaşamak.
Büyümüş gözlerim kendine geldi. 'Vurdu bu' dedim.
Bu kez gerçekten güldük....
'Deli (!)' dedim.
"Aynaya mı bakıyorum acaba ?!?!?!" dedi.
Kesit oldu meymenetsiz suratıma......
------------
Bugün Pazartesi.
Bugün hayata yeniden başlarcasına uyandım.
Yoğun, güzel ve güç veren bir enerjinin heryeri sardığını hissettim, geçip giderken sıkıntılarım üzerimden.
Yeni bir yıl başlıyor çok yakında.
Giden yılın son haftasına, içerisinde yaşadığım şu bir yılda, bana her türlü duyguyu itinayla tattırmasına şükran duymak için güzel başladım.
Bir nev-i şükretme hali yani.
2011 özel bir yıl olacak hissediyorum.
11'in yoğun yaratma enerjisini ve bizleri nasıl modifiye edeceğini çok merak ediyorum.
Kim bilir çok radikal kararlar aldığım bir yıl olur. Kim bilir ?
Hareket etmek lazım. Yaşamak lazım.
Nefes almak için yer açmak lazım...
Sessizliğimde gizlediklerim olacak bu yıl biterken.
Ve başlarken yepyeni bir yıl, özlediğim bir BEN yerini sağlamlaştırıyor olacak, inanıyorum.
Ben hala hayal kuruyorum, pek vazgeçeceğimi de sanmıyorum.
Hayallerim beni güzelliğe çağırıyor.. Algılanabileceği her anlamda...
Bugün Pazartesi... Bir dem vurasım geldi.
Güzel bir haftaya...

26 Aralık 2010 Pazar

Aşka dair bir hatırlatma

Öyle bir boşluk, kabul, boşvermişlik anıydı...

Onlarca yapacak işimin arasında verilmiş 10 dakikalık bir mola. Yine ve hep olduğu gibi kendimi bildim bileli, bir şiir okuma ihtiyacı.

Gayriihtiyari bakılan Nazım şiirleri.. Gülümseten, hatırlatan, iyi gelen ve nefes veren Tahir ile Zühre'nin o güzel hikayesi..

Aşka dair bir hatırlatma olsun istedim. Okuyucudan çok kendime belkide...

TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil

Nazım Hikmet

22 Aralık 2010 Çarşamba

Yelda

Niye uyumak istemiyor canım ???
Yeldanın derin karanlığında, gökte muhteşemliği ile parıldarken dolunay
Bastıran uykuma inat ayakta kalmaya çalışıyorum.
En uzun gecenin derinliğini içimde hissetmeye çalışıyorum, beni sallayan rüzgarlara inat...
Hep mi böyle oluyordu bilmiyorum ama dışarıda ilginç bir karanlık var.
Tabak gibi ayın, hüzmelerinden ulaşan ışıkları kırarcasına bir karanlık hakim.
Güçlü, sessiz, derinden...
Puslu bir siyah ve herşeyi örtbas etmeye meyilli bir gece.
Aslında istemeden tedirginlik yaratan bir hal...
Dolunay var bu uzun gecede gökte göz kamaştırırcasına.
Ve ben içimdeki soruların tamamına hala cevap verebilmiş değilim,
Bu katran karası gece de bile...

21 Aralık 2010 Salı

Şu anda...

Tanrım bu ne biçim bir histir.
Çok garip. Çok boğucu...
Küçük bir kız çocuğu korkaklığıyla söyledim içimdekileri;

"Merak etme ama, galiba bu duyguyu söylemem gerekiyor
Şu anda kendimi boktan bir çaresizliğin ortasında o kadar küçük ve tek başına hissediyorum ki,
Kimse yokmuş gibi
Kimse duymazmış gibi sanki bağırsam
Ağlasam kimse mendil uzatmaz gibi...
İyiyim aslında,
Ama ne ki bu hal..
Nefesimi kesiyor, içimi buruyor alt etmek istermiş gibi..."

Dedi ki bekletmeksizin,

Sen bağır duyan gelir gelmezse de eğer, dert değil bağırmış olursun işte,
Ağla, mendil uzatan olur olmazsa koluna silersin...
İyi ol zaten sonuçta varmak istediğimiz nokta orası değil mi??
Bulunduğun hal ise umut ve karşılık durumlarının her zaman için evren zaman düzleminde kesişmemesinden kaynaklı olabilir...
Nefesinin kesilmesine gelelim;
Teşekkür ederim
Yakışıklıyım ama o kadar değil !!!

Ve beni hiç ummadığım kadar güldürdü...
Ve dağıldı bulutlar.. Açıldı gökyüzüm :)

Arkadaşlar seçilmiş kardeşlerdir, kardeşlerse zorunlu arkadaşlar...
Dostum, kardeşim, arkadaşım...
Ne diyebilirimki yürekten bir teşekkürden başka....

18 Aralık 2010 Cumartesi

17 Aralık 2010 Cuma

Dur da Dinle Ya-Hu!

"Bir kayboldum sonra tekrar belirdim, Masallardaki gibi bir varmışımmm bir yokmuşummmm"*

Gülümsüyorum...
Gözlerim ve yüreğimle.

Aslında beni üzen sayıca o kadar çok şey var ki.
Mesela bu ülkede yolunda gitmeyen herşey.
Her geçen gün, üzerimdeki "bu ülkede yaşamak" isteğinin altını boşaltan onlarca şey.
Bana en çok koyan haksızlıklar, sevgili ülkemde o kadar sık yaşanır oldu ki.
Sürekli yaşadığımız ve bize artık sıradan ve kabul edilebilir gibi gelmeye başlayan onlarca başka kavramlar gibi; haksızlık ve eşitsizlik olgularına da o kadar sık rastlanır oldu.
Ama yok ! Bu kendi kendime verdiğim bir söz. Hayatta olduğum müddetçe ve elimden geldiğince haksızlığa karşı duracağım. İster deniz yıldızlarını tek tek suya atan, ister kaplumbağaları ittirip suyla buluşturmaya çalışan masal kahramanlarının ütopik hikayesi densin, ben elimden geldiğince karşı duracağım...
Belki bu ülkede az kalan ve şapsallıkla yaftalanan bir kaç Don Kişot'tan biri de benimdir, kimbilir.

"Ben nice depremler gördüm kolay kolay yıkılmam"* diye başlıyor Sertab Erener'in güzel şarkısı...
Gülümsüyorum.
Ben daha çok deprem yaşarım belki hiç bilmiyorum. Ama kaybolsam da ben hep varım! Varlığımdan da o kadar mutluyum ki!
Korkunca ben de sakince ıslık çalarım...
Korkmamak için çokça konuşurum.
Aynı yerde çok kalamam ve haksızlığa gelemem. Riyakarlığa gelemediğim gibi. Ama riyakarlık da sıradanlaştırılıp yutturulmaya, daha da ötesi bizden bir parçaymış gibi hissettirilmeye çalışılıyor.
Ne acı!
Ne yazık! Bize verilen aklın tarafımızca kullanılamayışı. Yaradan en çok buna üzülüyordur herhalde...
Gülümsüyorum!
Çünkü biliyorum! Tüm varlığımla biliyorum ki bu düzen aslında paha biçilemez ama avuçiçine bile sığabilecek bir duygu sayesinde iyileşecek.
Zor iş, çooook zor iş sevmek!
Karşılıksız, kaybetme endişesinden uzakta, varlığını ortaya koyarcasına, değişmezlik ilkesiyle gücüne inanırcasına ve hatta, huzurda, sevgi ile hesap sorulacağına karşı olan teslimiyet duygusuyla sevmek kolay değil.
Sevgileri sınayarak gelmesi de sınavların boşa değil...
Hayat raslantılardan ibaret bir lunaparkın dar geçitleri kadar bilinesi değil.
Geç kalınır bu hayatta.
Sakındıkça eksik kalınır.
Koruyabileceğine inandıkça ne olursa, kim olursa olsun kaybedilir. Çünkü sana verilen görev OLMAKtır.
Yaşamak, anlamak ve kabul etmektir.
Korumak toz misali uçuşan insanın işi değildir.
İçindekiler içinde kalır korudukça şairin dediği gibi.
Boğar, küçültür ve izin vermez sevgiye.
Sevgi en kötü anları yaratırkende iyileştirir.
Yaşatır. Aşk gibi dağıtmaz.
Yakar ama kül etmez.
Konuşturur, ağlatır, özgürleştirir ve yüceltir.
Güven verir sevgi.
Kaybetme korkusunu 'Bir daha Sevgili'nin gönlü tedavi edilemezse eğer naparım' hissi ile yaşatır.
Sevgi yaşatır. Yolları yıkmaz; yapar, onarır.
Gizlenemez, örtülemez.
Kibir, gurur, ego, iştah, riya, yalan dolan, oyun girmez lugatına. Yalanın pembesi, beyazı, sihayı da keza...
Şefkat, masumiyet, sevinç, neşe, meşk, sohbet, huzur, ışık ve yoksunluğunda boşluk ve hüzün koyar oturduğu sofraya.
Söylemek ister Sevgili seveninin ağzından; anlatılsın, yayılsın, paylaşılsın ve iyileştirsin ister.
Aşk yıkar, toz eder. Sevgi törpüler, kırıkları onarır, sağlamlaştırır.

Hissedilir mi gerçek sevgi ?!?!?
Hissedilmez, bilinir...
Hep arandığın 'var olma sebebin', sonunda sana seni göstermek zamanı geldiğinde, sana apaçık bildirilir.
Hz. Mevlana onu yakacak Güneşi ile ilk kez yüzyüze geldiğinde nasıl bildiyse öyle bilinir.
Garip Yunus, dağda, taşta, çobanda, rüzgarda, suda nasıl bildiyse öyle bilinir.
Hacı Bektaş Veli nasıl sohbetinden hissettirdiyse öyle bilinir.
Birkez bilindi mi sevgi, rengi değişir hayatın; Yaşam olur artık Hayat.
Yaşanır olur artık bilinince Sevgilinin sevgisi.
Bir piyanonun siyah beyaz tuşlarının yarattığı girdapta kaybolmak başlar.
Bir kedinin kendiliğinden yanaşmasında hissetmek başlar.
Uzayan gecelerde, yalnızlığı tekbaşınalığa çeviren duygularla yaşamak başlar.
Hüzünler başlar sokaktaki çocuklara...
Celal gelir haksızlığa, kibre, kine..
ve kabul başlar...
Kabul !
Acizliğe, varlığa ve gücüne, iyinin kötünün aslında birliğine ve tesadüflerin yokluğuna...
Susmak gelir yaşamla.
Yaşarken çünkü önce DİNLEMEK gerekir.Dinle !
Okumak gelir sonra, görünenin altında olup bitenleri.
Okudukça öfkeler dinginleşir, nefsin hortlamaları yerini sevgiye bırakır. Yaralar fark edilir.
Ne denli bilinsede sevginin yaralara tek merhem olduğu, söylenemez susulur.
Susmak gelir peşi sıra.
Vakti geldikçe konuşmayı bilmek.
Kabul, dinleme, okuma, susma ya sonra ?
Sonrası çölde sahra...
Mevlevihanede Semah...
Fani bedenden şiir.. Mavi gözlerden Geylani, Kuddisi, Arabi...
Şarap şişesinde su, süt, vişne soda.
Güneş, ay, hava, toprak, soluk, nefes,
Dünya, Evren, Kainat,
Ölüm, kalım, ruh, beden, zaman, zamansızlık...
Sonrası, susulması gerekli eylemsizlik, eylem, varlık, bilinç...
17.12.10 Şeb-i Arus.
Gülümsüyorum ve üzülüyorum.
Yüreğimde sevinç, yüreğimde özlem.
Aşkın pek mühim, pek kıymetli hali.
Sevginin yaşamak hali. Yaşamayı öğrenmek gerek.
Sevmeyi, ölmeyi, varlığı öğrenmek gerekliliği gibi.
Gözleri temizlemenin, kabulü kuvvetlendirmenin ve yeri geldiğinde susmayı bilmenin lazım geldiğini öğrenmek gibi.
İnsan olmanın büyüklüğünü ve coşkusunu bilmek nedir öğrenmek gerek.
Dinlemek, duymak, SEVMEK ve özlemek gerek.
Tüm bunları gereklilikler kisvesi altında değil, nefes almanın sorumluluğunda yaşamak gerek.

"Bir varmışım, bir yokmuşum"* !
Ben hep varmışım, an gelmiş kaybolmuşum.
Sevgi ise...
Şeb-i Arusumuz mübarek olsun...
Şems'in, Yunus'un, Geylani'nin, Mevlana'nın yolunda bir dem alabilmek ümidiyle nice Şeb-i Aruslara...

* Sertab Erener'in 'Bir Varmışım, Bir Yokmuşum' isimli şarkısının sözleridir. Yazının yazılmasına eşlik eden diğer şarkılar ise Rengarenk albümünden 'Bir damla gözlerimde' ve 'Koparılan çiçekler' dir.



11 Aralık 2010 Cumartesi

Karar-lı-laş-tır-dık-ları-mız-dan mısınız?

Eheehehehe.....
Kahkahanın daha güzel bir yazılı ifadesi olmasını isterdim. Neyse... :)))
Şimdi heyhat, tüm dostlar,
Merkür geri çekiliyormuş, bu sebep ilen
Bolcenek düşünüp, bilimum miktar kafayı kırıp, yanında mümkünse bolcenek ağlayıp,
Yalnız pek mühimi;
Kesinlikle, kesin kararlar vermeden, kesin yargılara varmadan, sabırla dıdısının dıdısına karar içsel yolcuklar yapıp, tüm yaşantımızı baştan ayağı alaşağı edip, sonuçta ne kadan da boktan bir karmaşa içinde olduğumuzu görüp,
Sonuçta 5 Ocak itibariylen, boktanlaşmış olduğuna karar verdiğimiz hayatımızın, yıkılan tüm duvarları için, üzerinde saatler harcayarak biriktirdiğimiz çözümlemeleri ve kararları uygulamaya koyma vakti olacakmış.
Heh ! Harika, bayıldım.
Bayılırım zaten ben belaya.
Hiç düşünmezmişim gibi şimdi geçerli bir sebebim de var.
Neymiş efendim: MERKÜR GERİ ÇEKİLİYORMUŞ...
Tamam karar almak yok, yargılamak yok, gereklilik yok. Astroloji öyle söylüyor.
Koyver gitsin anasını satayım...
Oh oh.. Ben pek mutluyum bu işten şaka bir yana.
Bekle beni 5 Ocak gümbür gümbür geleceğim :)))

PS: Gizem dikkat balım Merkür Geri Çekiliyormuş :))

9 Aralık 2010 Perşembe

Güzeldi

Bir kitap okudum...
İsmi tozların altına gizlenmiş, yerinden hareket ettirilince etrafında dengelediği onlarca başka kitabı sarsacak ve düzeni bozacak tozlu bir kitap.
Çok kalın değildi.
Kısa, ama öz ve etkileyici romanlar vardır ya hani onlardandı.
Hani öyle bir çırpıda okunmaz.
Zaman ister, anlaşılsın ister, özen ister...
Her satırı kimi zaman gelir defalarca tekrar tekrar okursunuz, ama defalarca...
Tam olarak anladığınıza emin olmak istersiniz, hiçbir yanlışa ya da eksikliğe mahal vermeksizin...
Öyleydi işte bu aralar elimdeki kitap.
Daha ilk sayfasından bir oyunun içine sokuyordu okuyucusunu.
Sürekli sorular sordurtarak,
Her sayfasında başka pencereler yaratarak, hayata dair başka yakalaşımlar yaratıyordu.
Derinliğini alacasına saklamış, hertürlü insani duygusallığı, hayvanlığı satır aralarında saklıyordu.
Sonuna geldim kitabın.
Nasıl biteceğine, yine önüme serdiği yollardan hangisini seçeceğime bağlı olarak kendisi karar verecek.
Dolu dolu 2 aydır elimde bu değişik hikaye.
Klasikleşmiş bir konuyu, diğerlerinden apayrı biçimde işleyişi ile akla mıhlayacak her kitap gibi,
Bu kitabın da, ben de unutulmayacak olması pek bir aşikar.
Kimseye tavsiye edemeyeceğim,
Tüm ayrıntısını istesemde anlatamayacağım bana özel bir kitap.
Üzerimdeki etkisinden kurtulabilmek, daha doğrusu bu henüz pek mümkün olmadığından, etkisini biraz olsun hafifletebilmek için sığındığım büyülü İstanbul bile, kitabın içimde yarattığı hisleri tam olarak sönümleyemedi.
İlginçtir bazen böyle olur hani,
Bir film, bir kitap, bir oyun yada konser günlerce, hatta aylarca sizi sarsar sarsar durur ya,
Aynen öyle oldu.
Vapurda martılarla aynı nefesi paylaşırken,
Dalgalara gözyaşlarımı köpük yaparken,
Hala umudum var diyerek, gri bulutları ittiren güneş misali varlığı güçlendirirken de,
Çalışırken, sıkılırken, dostlarla sohbet ederken ve bilhassa içip şişede balık etmeye çabalarken de hisleri,
Kitabın, defalarca düşündüğüm her bir sayfasını içimde hissettim.
Her film amerikan sineması gibi mutlu sonla bitmediği gibi,
Her güzel kitap da beklenen sona sahip olamayabiliyor, biliyorum.
İçimde giderek artan bir his var ki, söylemesi ve kabul etmesi kolay gelmiyor...
Bu kitap güzeldi ve sonu ne olursa olsun,
Yarattığı tüm güzel / özel / farklı / farkedilir / unutulmaz etkilerin öyle kalması için,
Elden gelenin yapılması gerekiyor.
İnsan yanım böyle zamanlarda Allah babaya inceden bir sızlanmayla sormadan edemiyor,
Neden böyle oluyor, neden ???


1 Aralık 2010 Çarşamba

Delirtti bu düzen beni

Sıçtığımın sanal dünyasının,
İnsanların hayatlarına nüfuz ederek boka sarması ve
Yanında duygularının karmaşasını zerre kadar yansıtamayışının,
Ta...... sevgiyle noktalarım.....

30 Kasım 2010 Salı

Kasım'a Güzelleme...

Çok verimli bir ay oldu.
Yani öyle böyle değil, epi topu 30 gunlük bir ayın hergünü ayrı ayrı biriktirilir mi?
Hayatımın hiçbir döneminde unutacağımı düşünmüyorum 2010 Kasım ayını...
Ne sarı sonbaharının güzelliğini, ne yaşamıma katılan insanlarının orjinalliğini, ne içsel yolculuklarımın şiddetini/şehvetini/sevecenliğini, dostlarımın kabul edebilirliğini, ailemin desteğini ve daha nicesini... 2007 Kasım benim için Kasım aylarından bir cacık olmaz dememe sebep bir ay olmuştu. Bu sene söylediğim, atıp tuttuğum, inkar ettiğim, bir daha bir boka yaramaz dediğim diğer hertürlü şey gibi bunu da yaladım.
Şu 24 yıllık yaşamımın, kendimi bilmeye başladığım andan beri, her ayrı günü tükürdüğüm ve dönüp bakmam dediğim diğer tüm nokta atışlarını yaladığım gibi...
Daha bir farkındalık yarattı, Ekim'de esintileri başlayan ve kendi doruğuna Kasım'da ulaşan olaylar.
Ben, beni kaybetmek pahasına bende bir kavga yarattım. Çıktım mı içinden peki?
Daha doğru soru belki de, bir boka yaradı mı ?
Yaradı yaradı, böyle bir yüzleşme yaşamayalı oldukça uzun zaman olmuştu. Tamamlanmadı henüz, tamamlandığında ise, kendini bir gösterip bir kaçıran eski bir ne üdüğü belirsiz dostun dediği gibi radikal bir değişim yaratırım belki de yaşamımda...
İstanbul'a gidecek gibi görünüyorum Aralık başında. İçimden bir ses orada göreceğim insanlarla bu yüzleşmenin başka bir hal alacağını söylüyor...
Bu savaşımdan güçlü çıkarsam, yani bu haşin mücadeleyi sağlıklı bir zihin beden dengesi içinde tamamlayabilirsem eğer, o zaman yaşadığım şu hayatı çok farklı bir yöne taşımak için elimde büyük bir güç olacak gibi hissediyorum.
Biriktirdiğim dostlukların içeriklerini tekrar görmemi sağlayacak, üzerine yaşanmışlıkları yazdığım sayfaların temizlenmesine olanak tanıyacak ve düşüncelerimin arasında bambaşka bir bahçe yaratacağım...
Aralık Kasım kadar romantik geçer mi bilmem ama akılcı bir coşkuyla geçecek gibi hissediyorum..
Hadi hayırlısı...

28 Kasım 2010 Pazar

"Sessizlik

aşka iyi gelmez gülüm bilmez misin (!)
Nerdesin? "

diye buyuruyordu zerdüşt bu aralar...

26 Kasım 2010 Cuma

Kimse Bilmez - Mehmet Güreli

"Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
Seher yeli, eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez"


Şiir Ömer Hayyam'ındır, ancak 3 tane ayrı dörtlükten alıntı yapılmıştır...
Alıntı yapılan 3 şiir şunlardır:


"Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün"

"Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte"

"Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek, bizim toprağın yeşilligince"

25 Kasım 2010 Perşembe

Ben-lik problemi

Gözümün pınarında öylece bekleyen ve inatla yerçekimine karşı gelen damlalar,
Üzerime oturan sıkıntıyı zerre kadar hafifleştirmediği gibi
Beni giderek daha da darlıyor...
Kendimi tekrarlamaya başlamışım gibi geliyor.
Duygularım, sıkıntılı hissiyatlarım, kaçış isteklerim;
Hepsi sanki çok...
Sıkıcı, yorucu ve sıradan.
Sıradan olmamak için verdiğim çabaların beni şu ara sıradanlaştırdığını fark etmek...
Heyhat!
Koca bir boşluk,
Kocaman, kara ve uçsuz bucaksızmış gibi görünen bir kuyu.
Düşmeye izin verdikçe bir türlü sonunun gelmediğini fark ettiğin,
ve bu farkındalıkla seni giderek daha da fazla umutsuzluğa götüren boktan boşvermişliğin.
Yüzleşmekten kaçtığım hayat,
Yüzleşmekten kaçtığım erkekler ve kadınlar,
Yüzleşmekten kaçtığım kendim...
Sıradanlığa meğletmelerin yarattığı bahaneler,
Görmezden gelmeler, öylesine yaşamalar, karşı durmaksızın kabullenişler, vs.
Kendime karşı verdiğim savaş haşin bir hal almaya başladı...
Sonunu göremiyorum,
Göremediğim gibi kendime karşı, kendimi nasıl tekrar bulabileceğimi de kestiremiyorum.
Hadi hayırlısı...


24 Kasım 2010 Çarşamba

Nefes

Başım ağrıyor,
Yüreğimde bir sıkıntı,
Göğsüm daralıyor...
Yok yok,
Annemin yanımda şu fani bedeniyle olmayışına,
Henüz hazır değilim....
Duruyorum!
Bekliyorum, ve soruyorum...
Dualarımı ve inançlarımı yönlendirdiğim duraktan birkaç adım ötedeyim.
Gerisinde miyim, yoksa ilerisinde mi bilemiyorum.
Sessizliğimi bozacak birşey istiyorum.
Bir alarm, bir dürtü yada sadece minik bir kahkaha..
Sanal gülümsemelerin ve söze gelememiş içselliğin ardına gizlenen sessizliğim...
Ne yapıyorum diye soruyorum kendime;
Ben ne yapıyorum ?
Yaprak gibi dalından öylece düşmüş ve
Ne yöne gideceğini bilemez bir halde, havada süzülür biçimdeyim...
Kafam rahat artık, gönlüm desen; o hep fevkalade-nin fevkindeydi zaten...
Ama düşüncelerimi ve dikkatimi toparlayamıyorum.
Kanalize olamıyor ve odaklanamıyorum.
Bir kesit olsa fena olmazdı.
Sürekli parantezler açıyor gibiyim.
Kendimi kendime açıklama ihtiyacı...
Saçma ! Çok saçma...
Inception filmindeki gibi bir sahne var bu ara gözümün önünde.
Rüyam yıkılıyor.
Kurduğum tüm düzen yerle yeksan oluyor...
İnandığım onlarca masal aslında bana ait değilmiş görüyorum.
Kendi dünyamı yeniden kurmaya çalışıyorum ama sanki yeterince güçlü değilmişim gibi.
Bir sınav daha, haklısın güzelim ben çektim...
Tabular, bana ait olmayan inançlar, yargılar-ön ve düz, savunmalar...
-Suçsuzum hakim bey,
-Hep öyle derler,
-Yemin ederim ben hiçbir şey yapmadım,
-Belki de bütün hatan HİÇ birşey yapmamaktı....
Ben oldukça uzun zamandır kendim için birşey yapmadım, yazık onu da şimdi farkediyorum...

23 Kasım 2010 Salı

Cevap Ver

Kimsin sen ?

Cevap ver ?

Kimim ben ?
Tanıdığını, gördüğünü, duyduğunu sandığın!

Sadece merakımdan soruyorum.. Cevap ver...
Nasıl severim ben ?
Zerre kadar anlayabildin mi acaba ?

22 Kasım 2010 Pazartesi

Eskişehir'den Kalanlar - Toz Kokusu ve Özlem

Bilir misin Eskişehir'i dostum?
Toz kokar şehrim buram buram. Beğenmemiş gibisin, ekşiyiverdi yüzün.
Pancar işletmelerinden yayılan koku, bozkırın tozu ile karışır memleketimin semalarında...
Ezelden beridir kardeşlik vardır bu şehirde tepesindeki buluta rağmen.
Onlarca milletin, onlarca inancın, onlarca kültürün tam ortasında;
Kaçanlara kucak açmış, göçenlere yer bulmuş, herkesi bağrına basmayı bilmiştir...
Mutfakları, dilleri, görüntüleri ve özkimlikleri birbirinden farklı onlarca millet Türk'lük bayrağı altında bu milletin çocukları olmuş;
Birlikte oynamış, birlikte müdafa etmiş vatanı, birlikte büyümüş ve hoşgörü içinde yaşamayı bilmiştir nicedir...
Çerkezi, tatarı, macırı, yörüğü, Türkmen i ile kendi içinde bambaşka bir dünyadır Eskişehir...
Çocukluğumun toprakları hep bir özlemdir içimde. Yahut özlem Eskişehir'den bana kalan bir mevzudur beni mahzun bırakan inceden ve yaş aldıkça, daha da derinden...
Köy evinin unutulmaz anıları ile Eskişehir'de caddeye bakan evin içindeki onlarca yaşanmışlık,
Evlerin sahibeleri iki deli bakışlı çerkez kızı...
Anneannemler...
Şimdilerde kabristanlarda ziyaret etsek de bizim çerkez kızlarını,
Eskişehir içimde her geçen gün daha da büyüyor..
Yaşamalı diyor bir yanım tüm olup biten ve ümit kıran olaylara inat;
Yaşamalı bu şehirde diyor, bu bitirilemeyen güzel ülkenin güzel şehrinde...
Toz kokusunu da dahil,
Göçüp giden ve poyraza açık tepedeki köyümün,
Güneşe ve bozkırın güzel başak rengi tarlalarına bakan kabristanında uyuyan Can'larımı da,
Gidilemediği için bakılamayan, bakılamadığı için çökmekte olan beyaz köy evini de,
Şehir merkezinde bile soğuktan kemiklerimi titreten zemheri kışlarını da - ki birinde yollar çatır çatır buzken (öyle der hep anam) gelmişim dünyaya -
Çiğböreğini, hamamını, bozasını, Porsuk'u, odun sobasını, çocukluğu, hayvanları, erik ağacını, Türkülerimizi, pşınanın melodilerini, ayakları yere vura vura dans etmeleri,
Mamrıs, hampal, şelame, tarhana, höşmerim ve ev makarnası talimlerini,
Çerkezce derslerini,
Zikir terapilerini ve duaları
Hoşgörü, özgürlük ve güveni,
Sevgi ve kardeşliği, fedakarlıkların ve özverilerin mutluluklarını ve acılarını asla silinemeyen...
Kabullenişi ve hep reddedişi,
Duvarlarından kulağıma, kulaklarımdan kalbime gelen yaşanmışlıkları ve duvarların evlerini de,
Yani ben galiba çerkezliğimin köklerini, hep ama hep özleyeceğim...


* İlk not 19.11.10 da düşülmüştür, Metin & Kemal Kahraman - Ferfecir albümündeki Karasu şarkısı yazıma eşlik etmiştir...

21 Kasım 2010 Pazar

Öylesine

Dudaklarının tadını bildiğim dostum....
Gözlerinin bademini sevdiğim yoldaşım...
Özlediğim kardaşım...
Merak ettiğim sırdaşım...
Kömür saçlarına kurban kan kardaşım...
Saçlarının kıvrımına hayran olduğum sarışınım...
Okyanus gözlerine hasret arkadaşım ve
Labirentlerinde çıkmaza girdiğim varlığım...
Ve KALBİM... - ki "ellerim kadar küçük değil"
Duyacak, hissedecek, fark edecekler...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Nazım - Yaşamaya Dair

1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948 
3 
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Nazım HİKMET

Nazım 109 yaşında

Bir Hazin Hürriyet

Satarsın gözlerinin dikkatini, ellerinin nurunu, bir lokma bile tatmadan
yoğurursun
bütün nimetlerin hamurunu.
Büyük hürriyetinle çalışırsın el kapısında, ananı ağlatanı
Karun etmek hürriyetiyle hürsün!

Sen doğar doğmaz dikilirler tepene,
işler ömrün boyunca durup dinlenmeden yalan
değirmenleri,
büyük hürriyetinle parmağın şakağında düşünürsün vicdan
hürriyetiyle hürsün!

Başın ensenden kesik gibi düşük,
kolların iki yanında upuzun,
büyük hürriyetinle dolaşıp durursun,
işsiz kalmak hürriyetiyle hürsün!

En yakın insanınmış gibi verirsin memleketini, günün birinde, mesela,
Amerika’ya ciro ederler onu seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!

Yapışır yakana kopası elleri Valstrit’in, günün birinde, diyelim ki,
Kore’ye gönderilebilirsin, büyük hürriyetinle bir çukura
doldurulabilirsin, meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!

Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hatta asılmak hürriyetinle
hürsün

Ne demir, ne tahta, ne tül perde var hayatında, hürriyeti seçmene lüzum yok
hürsün.

Bu hürriyet hazin şey yıldızların altında.

1951

----------------------------------------------------------

Sevgilim,
başlar önde, gözler alabildiğine açık,
yanan şehirlerin kızıltısı,
çiğnenen ekinler
ve bitmez tükenmez ayak sesleri :
gidiliyor.
Ve insanlar katlediliyor :
ağaçlardan ve danalardan
daha rahat
daha kolay
daha çok.

Sevgilim,
bu ayak sesleri, bu katliâmda
hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu,
fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden
güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan
gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman…

(İstanbul Hapisanesi)

17 Kasım 2010 Çarşamba

Seçmece

Düşünüyorum da,
Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,...
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
Kabuklarımızın altında
Kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler.
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Sahi koruyor mu bu çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu, duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor gerçek kimliğimizi,
Duyularımızı bastırıyor, elele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
Ne çıkar ateş böceği sansalar beni ?
Belki en hoyrat yürek bile, ateş böceğinin o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğunu el kaldırmaya kıyamaz?
Güçlü kapıların arkasına kilitlesem kendimi, korkaklığımı, sevgi isteğimi
En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem, bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup, bir kuş gibi uçacağım özgürce.
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.
O da çözülecek belki samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.
Oysa bir görebilsek bunu, kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak
İncinsek yaralansak.
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu
Denesek
Risk alsak
Yanılsak
Farketmez
Tekrar tekrar bıkmadan denesek ve kucaklaşsak yeniden, tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi.
O zaman farkedeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kar bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.

16 Kasım 2010 Salı

14.11.2010 - ODTÜ'de Sonbahar

Gördüm...
Gördü....
Gördük.....
Hepimiz okulda çok farklı şeyler gördük.
Fotoğrafladık gördüklerimizi. Göremediklerimizi sakladık.

Konuşmadık, sözcükler yetmedi.
Boş geyikler ve kahkahalarla çok güldük ama derinde sustuk.
En azından bendeki hissiyat bu.

Dost meclisi bir aradaydık. Hatta misafirimiz bile vardı. İçimizde, birbirimizle tüm kavgalarımızı saklayarak farklı şeyler gördük.

















En azından tüm çatışmalarımıza rağmen fotoğraf gibi küçük ama önemli bir amaç için biraradaydık.

Çocuksu bir bipolarlık halindeyken, okulun içinde sakladığım onlarca şey/kişi/anı/acı aklıma geldi; gözümde canlandı,nefes aldı ve öldü.
Güldüm ve gülüşüm görüldü, duyuldu, anlaşılamadı...

Bir sarı sonbaharda daha, anılar, acılar ve kişiler ki yüreğimi yakan, yıkan, ve Kasımları bana zindan eden;
Sıradan anılarda yerlerini aldı.


Kasım güzel başladı,
Gördüm, gördü, gördük..
Kasım güzel sürecek inandım, esneyemiyorum... :)


13 Kasım 2010 Cumartesi

İçsel Monologlar 2

Niye bu kadar sakinsin ?
Azdırma kızım benim çerkez-laz damarımı,
Sinirlenip tüm gemileri yaksam daha mı iyiydi be?
Sana da hiç bir türlü soru sorulmuyor yahu, anlamadım gitti...
-----------------------------------------------------------------------------------
Yumurtaya can veren güzel Rabb'im
Yaşamayı bilmeyenlerden de şu değerleri canlarını alıversen olmaz mı ?
Kim yaşamayı biliyor ki cahil cühela,
Kimsin sen de yaftalıyorsun insanları ?
Yahu bir dakika,
Noldu şimdi, öylesine bir söylenesim gelmişti ama...
------------------------------------------------------------------------------------
**Aha beyin yandı,
Ya deme öyle.
Allah beyin yandı,
Yahu ocağın altı bu kadar har bırakılmaz ki!
??!?!?!?!?!?
** Keyifli bir sohbet sırasında çıkan, içsel monologlarıma yakın bir kısımdı. Teşekkürler..
------------------------------------------------------------------------------------
Yahu neden kendine şunu tekrarlayıp duruyorsun?
Neyi tekrarlıyorum be ?
İşte bak yine söyledin..
Ya söylesene neyi tekrarlıyorum ?!?!?
E söylersem bende tekrarlamış olacağım,
O zaman hiç kurtuluşun olmayacak bre salak!
.................................. (farkındalık anı!)
------------------------------------------------------------------------------------
Yeme onu!
Yiyeceğim...
Yeme dedim.
Ama yemek istiyorum.
Bu kadar gereksiz ve hatta sağlıksız birşeyi neden yemek isteyesin,
Düşünelim neden acaba; depresyon, uykusuzluk, çaresizlik, acı, aşk
Birisi, hepsi, hiçbiri
Ya bana vicdan olmaktan vazgeçsene yiyeceğim işte..
İyi bok ye!
........ aradan zaman geçer;
Ayyy midem ağrıyor,
Gerizekalı demedim mi ben ?
Sus beee!
-----------------------------------------------------------------------------------
Vida olmak istiyorum,
O ne bee?
Vida olmak istiyorum,
Çentiğime en uygun tornavida benimle ahenk içinde dönsün istiyorum,
Sen iyi oluyorsun iyi.. Beni bile aşar bu !
-----------------------------------------------------------------------------------
Yoruldum !
Tekrarlasana bir kez daha,
Çok yoruldum bugün,
Bir daha tekrarla,
Yoruldum bugün çok yoruldum,
Yahu n'oluyor niye tekrarlattırıyorsun ?
Salaksın da ondan.
Söyleme şöyle şeyler diyorum, bir de
Abartarak tekrar etmeye devam ediyorsun!!!!
............................ (başka bir farkındalık anı)
-----------------------------------------------------------------------------------
Şiişşşş sakla o sopayı!
Neden ki? Bundan zarar gelmez..
Sen sakla beni dinle, bu pek sağlam görünmüyor.
Allah allah ne gördün acaba?
Yahu görmüyor musun en basitinden deli,
Sakla sen o sopayı sen deli o deli.
Sakla sakla,
Ay tamam sakladım al! aaaaa...

12 Kasım 2010 Cuma

İçsel Monologlar* 1

Bana zamandan bahseden sen misin ?
Dur bir daha düşün...
Var mı ki zaman ?
Ben derim yıllar, sen dersin bir an,
Sen dersin aylar, ben derim saniyeden de kısa.
Dur bir daha düşün, var mı ki zaman?
-------------------------------------------------------------------------------
Ben seni seviyorum,
Sen de beni seviyorsun,
E şimdi n'olacak ?
Ben sendeki beni,
Sense bendeki seni seviyorsak eğer,
O zaman,
Ben bendeki seni,
Sen sendeki beni sevmeye devam ederek
Hiç biraraya gelmeden de birlikte olmayı becerebilir miyiz ?
Saçma,
Kimse kendini o kadar severken MEGALOMAN damgası yemeden
Nefsindeki ben, sen, kendim ve kendinle başa çıkabilemez ki ..
Eeeee, o zaman.....
Biraraya gelmeli...
-----------------------------------------------------------------------------------
Şimdi ben kendimi çok önemsiyorum ya,
Kimse beni önemsemese n'olur ?
Ya sen kendine yalan söylüyorsundur,
Yahut bir başına yalnız kalıverirsin
Dünya'nın orta yerinde bre salak...
-----------------------------------------------------------------------------------
Çocuk:Anne yemekte ne var ?
Anne: Ne istersin ?
Çocuk: ..................................... (uzun soluklu sessizlik)
Anne: yahu niye sustun, söylesene ne istiyorsun ?
Çocuk: Eeee, söyledim...
-----------------------------------------------------------------------------------
Asla yapmam dediğin şeyleri
Gözünde çok büyütmemen gerektiğini
Kimse söylememiş sana herhalde ki,
Gözünde büyüttüğün o asla anlarını
Gün gelip de canlı kanlı yaşadığında
Aslında tükürdüğünü yaladığında diyelim;
Ne kadar da sıradanlaşabileceğine
Sen bile şaşırıyorsun dimi ama ?
-----------------------------------------------------------------------------------
"Hey yıllar yenilmedim size hatalarım bile aynıııııııııııı...."
Aferin aferin yenilme sen daha,
Yenilme de gör ense kökünü aynı hataları yapa yapa.
Sevdiğin köşede,
Geçen yılları saç tellerindeki beyazlardan sayarken
ve bittabiki eskiyen fotoğraflarından ahhhh ahhhh naralarıyla
Hatırladığında hatalarını.
Saol çok iyi geldin cidden, alt tarafı şarkı söylüyordum...
----------------------------------------------------------------------------------
Bay Asaf, seni bir akşam üzeri düşündürebilirim diyor.
Sen, kendini çok bir bok sanan kimi zaman, seeennnn;
Düşündürebildin mi birini bir akşam üstü,
Sadece sıradan bir duruşunla ???
----------------------------------------------------------------------------------
Ellerin saçlarımda,
Burnun; boynumla omzumun arasında,
Sevgilim dur !
Tadını çıkartalım bu anın..
Çünkü hiç yaşayamayacağız bir daha
Birbirimize ilk kez dokunmanın vereceği heyecanı,
Şu saçma sapan tüketilmişliğin ortasında....


* Başlık konusunda, bir zat, tarafımca bayağı darlatıldı, katkılarından ve arttırdığı yaratıcılıktan dolayı teşekkür borç bilinir..

Seçmece

2=1

Kim o, deme boşuna...
Benim, ben.
Öyle bir ben ki gelen kapına;
Başdan başa sen.

Özdemir Asaf

10 Kasım 2010 Çarşamba

Hep Hatırlamak İstiyorum

Bu başlık, eli kalem tutan, bana farklı bakış açıları sunan nev-i şahsına münhasır bir kız arkadaşımın-ki kendisini ve hayatındaki renkleri pek severim- sayesinde hayatıma giren "unutmamak istiyorum" tümcesine gönderme yapar nitelikte..
Hep hatırlamak istiyorum...
O kadar çok şey var ki hep hatırlamak istediğim.
Kaç kişi biliyor hatırlamak için sakladıklarımı...
Kırıldıkça daha da sarıldığım, herhangi bir gün, herhangi biri için sildirmeyeceğim buna teşebbüs bile etmeyeceğim anılar, insanlar, kokular ve daha nicesi...
Nereden çıktı değil mi?
Kafam, gönlümle paralel tınlamıyor bu ara. Bunu hiç yaşamamıştım. Bir yangın yarattım yani anlayacağın ey okuyucu. Sorma, yani söyleyemem dahasını... Bende bu yüzden sessizliği seçtim bu ara. Sakin, dingin ve sessiz bir halde kendimi işlere ve eski dostlara verdim. Ha birde içsel yolculuklara...
Lisedeydik; elimde epi topu 2 kız arkadaş ve 4 tane yakışıklı vardı. Kızlar o zamanlar birlikte gezerlerdi, bense benim yakışıklılarla. Şimdi diyorum keşke bizim çocuklarla büyümeseymişim. Fazlasıyla detaylı tanıma fırsatım oldu karşı ırkı. Halbuki bu kadarına gerek yoktu. Güzel güzel cici bir kız çocuğu olarak genç bir kadın olmak varken, amazondan bozma olmaya gerek yoktu tabi. Zaten yaş ilerledikçe kova kadını olmanın etkilerini buram buram hissedeceğimi bileydim, yine de aynı şekilde bir tercih yaparmıydım bilinmez.
Bu ara eski arkadaşlarımla, pardon eski dostlarımla görüşüyoruz. Gözlerimizden yaşlar gelene kadar yaşadıklarımızı, kısa paçalı çocukluk ve mini etekli çıtır hallerimiz hatırlayıp, aptallıklarımıza, aşklarımıza, saçma anılarımıza -her birinin bir parçası başkasınca hatırlanan- gülüp, göz pınarlarında biriken göşyaşlarını, gülme sonucu oluşan gözyaşarmalarında gizliyoruz.
Bizim çocuklar hala aynı piçlikte.. Ne zaman doyacaklar merak ediyorum. Bir de benim yaşamımı merak etmekten ne zaman vazgeçecekler. Ama yine de varlıkları, etrafımda olmaları, ağlarken arayabileceği birilerinin olması insanın çevresinde - ben vukuatlıyımdır sokak ortasında önünü görüp yürüyemecek kadar ağlama krizine girme konusunda -, hasta olduğunda seni alıp kendi evine götüreceğini bilmen, aman ne bileyim işte hepsi insanı biraz daha rahat hissettiriyor. Ne de olsa, amazondan bozma da olsa, ben de hala karbon bazlı bir kadınım değil mi ama :)
Mesela onları, her birinin ayrı ayrı kişiliklerine ait özelliklerini, zevklerini, değerlerini, acılarını ve ortak anılarımızı hep hatırlamak istiyorum. Kavgalarımızı, ağlamalarımızı, masumiyetlerimizi ve yaşadığımız aşkları kimi zaman birbirimizle kimi zaman başkalarıyla hep kalsın kıvrımlarında beynimin hep orada dursun istiyorum.
Ağlama sınırlarında dolaşırken, kaya modelini kırmamacasına bir inadım var bu ara...
Tıkıldı kaldı anasını satayım gözyaşları içime..
Sezen Aksu falan dinledim bir de zavallı ruhuma biraz daha işkence ettirmek istermişim gibi :) Yok yok var hafiften bir mazoşistlik bende. Sevincimin ve mutluluğumun kıymetini bilmek için acı çekmekten haz alıyorum beli bir oranda, galiba(!).
Bu ara duyusallığım pek yükseldi. Neler duyuyorum neler.
Rüzgar da inanılmaz bir fısıltı var. Sokakta gürültünün arasına karılan isyan, aşk, acı...
Kütüphanem bile kendince sohbette bu ara. Elime birtane bile kitap alamıyor olmam bundan sanırım. Hepsi kendince konuşurken kararsızlığım artıyor.
Oy neyse.. bu sonbahar bir garip kıldı beni yahu.
Veyahut bir anlamda yeniden deli...

7 Kasım 2010 Pazar

Cumartesi

Ellerimi hazırladım önce.
Ojelerimi çıkardım,
Tırnaklarımı fırçaladım,
Ellerimi yıkadım.
Saçlarımı topladım sonra dağılmasınlar diye.
Üzerimi değiştirdim,
Tenime dokunduğunda,
Kendimi de yapacaklarım gibi güzel ve yumuşak hissettirecek birşeyler giydim.
Kollarımı kıvırdım, bulaşmasın diye.
Müziğimi hazırladım bana eşlik edecek ve
Çayımı demledim.
Artık hazırım.
Mutfağa girdim.
Kek yaptım. Havuçlu kek...
Arada dikkatim dağılsada ellerimi kardım,
Sevgimi kattım.
Sonra;
Saçlarımı açtım,
Annemi yanıma aldım,
Başka - bu kez daha derin - bir müzik koydum,
Bailey's'ime buz koyduktan sonra sevdiğim koltuğa yığıldım...
50'lerde bir film karesi gibiydi o ana kadar geçirdiğim 1 saat ve sonrasındaki süre.
Annem kız arkadaşıma döndü,
Sohbet ettik,
İçki içtik,
Müzik dinledik,
Dans ettik,
Okuduk - şiir, yazı, hayat
Dans ettik,
Müzik dinledik,
İçki içtik,
Sohbet ettik.
Dokunduk derin noktalara ve iyi geldik.
Ağladık, güldük ve nefes aldık.
Cumartesi gecesi havuçlu kek yaptım,
Arkadaşımla cumartesi gecesi ateşini evimizde yarattım.
Gecenin, 'dertlerin en gücü' saatine kalmadan,
Huzurla ve inceden uyuşmaya başlamış beynimle
Sıcak ve rahat yatağımda
Huzurla uyudum,
Aslında hiç bitmesin diyerek, içinde olduğum rüya...

4 Kasım 2010 Perşembe

Kızlar, Leman Sam, Deli Kuş, Gönül, Nefes,Telefon Mesajı, Kokoreç

Kızlar gecesiydi 3 Kasım. Çok uzun zamandır yapılamayan bir kızlar gecesi.
Kimsenin bilmediği bir 'gizem'im var benim. Tam olarak kimliğini, tipini, hayatımdaki yerini ve hatta benim için değerini kimseye anlatmadığım, içimde, yalnızca bende sakladığım, kimseyle paylaşmadığım bir sır misali, merak uyandıran bir gizem benim için. Onu sonra belki bilahare yazarım yada belki de hep içimde kalsın diye hiç anlatmam sonuçta o benim gizemim :)
Önce 2 kişi planlamıştık geceyi, sonra 3 kişi olduk çok doğru bir eklentiyle. Fazlasıyla samimi, çokça içli, inişli çıkışlı bir hatunlar gecesi oldu. Üçümüzünde birbirimize istemediği için anlatmadığı, yahut anlatmaya fırsat bulamadığı veya sadece öylesine süregeldiği için paylaşamadığı çokça şey vardı. İnançlarımız, aşklarımız, duygularımız, yaklaşımlarımız, isyanlarımız ve daha nicesi kimbilir. Yani kısaca birbirimizi ileri düzeylerde tanıma yada tanımamanın yaratabileceği en ufak bir çekince yada sıkıntı hissetmeden, sanki yıllardır iç içeymişiz gibi yaşanan bir geceydi dün gece.
Belki tam da böyle olduğu için "tanımak nedir?" sorusunun yeniden sorgulanmasına sebep oluyordu. Bazen tanımak gerekmiyordu, hissetmek ve yaşamak, gerçeği yahut ortak hisleri anlamak için yeterince veri sağlıyordu. Soru sormaya bile gerek kalmıyordu...
Gecemize Leman Sam eşlik etti 3 Kasım'da. Duygusal iniş çıkışlarımızın en güzel şahidi olarak; bize, bizim için söyledi şarkılarını gönüllerimizden vururcasına. Sahnenin o kadar yakınındaydık ki, hüzünlü gözlerini, sevgi dolu sesini, ışıl ışıl kızıl saçlarını, şarkı söylerkenki o yakan halini an be an görüyor, deneyimliyor, ve yaşıyorduk... Şarkı tuttuk çocuksu bir masumiyetle. Sürdürdük konserin sonuna dek oyunu. İlk şarkı benimdi; İlla. Hararetle savunduğum, böyle olmalı, sevgi bu yaşananlar değil, özgürlük olmalı, dirayet olmalı, güven, sır, samimiyet, dostluk olmalı dediğim her ayrı konuşmanın, her tartışmanın ve sevgi, illa sevgi diye direttiğim her inatlaşmanın 5 dakikalık kısa bir özetini veriyordu... "Yüreğine kulak verdim nefes aldı ben dinledim,duyduklarım anlatılmaz sır vermedim illa". Rüzgarla, gül güzeli geldi peşi sıra.
Sonra Deli Kuş. Neden bu denli seviyorum bu şarkıyı gerçekten bilmiyorum. O kadar sevimli, ama bir yandan da o kadar derinki. 'Gözüm takıldı sabır çiçeğine, gece büyümüş kalktım su verdim, fısıldadım bir sır verdim'. Kaç gece o sabır çiçeğini büyüttüm acaba ben, neler fısıldadım ve kimbilir daha kaç gece büyüteceğim yaşamımın sonuna dek. Daha neler söyledi neler... Kavak Yelleri, Sen Aşkından Vazgeçme, Sözlerimi Geri Alamam, Ağladıkça, Resim, Eğil Salkım Söğüt Eğil, Güneş Topla Benim İçin, Karlı Kayın Ormanı, Leylim Ley, Odam Kireçtir Benim, Kıyamam Sana - ki bu şarkının her dinleyişimde başka bir dizesi vursa da bu kez hiç anlamadığım bir şekilde 'yollarımda ayaz var yaklaşma yollarıma kıyamam kıyamam sana' kısmı salladı, Hey Yıllar ve tabiki Gönül.. Şu anda aklıma gelmeyen çok şarkı var o nefis yorumuyla bizi mest ettiği dün geceden. Ama bittiğim yer Gönül oldu.
Yıllardır bu şarkıyı dinlemiyor ve söylemiyordum, hatta söyletmiyordum kimseye. Galiba gıcık oluyordum, şarkıyı duyunca hatırladığım aptallıklarıma. Ama bu kez, belki tam da bu dizelerdeki gibi bir durum mevcut olduğundan, pek keyif aldım. Hafif boğazıma düğümlenmedi değil ama, içimdekileri dışarı dökebilecek güzel bir şarkım var duygusu, beni düğümlerde boğmaktansa rahatlattı. Sonuçta birkaç yıldan sonra ve yıpranma payını da katarak :) bir ansızın iç açılma durumunu yok farzedemeyiz değil mi ama?
Yalnız kızkıza Leman Sam'a gitmenin güzel yanları olduğu kadar, bana inceden ayar veren bir tarafı da olmadı değil. Şimdi bir kere, muhteşem yanı; bir hatunun kız arkadaşlarının, kafaya, gönüle iyi gelme ve kendini harika olduğuna inandırma potansiyelleri açısından, tam da ihtiyacımın olduğu bir arada yanımda olmaları, üstüne üstlük öylesine kız arkadaşların değil, pek can arkadaşların olması harika oldu. Bir güldük, bir ağladık, sarıldık, dans ettik hatta tepiştik, kesildik vs... Nefes gibi itiş tıkış bir yerde hatun hatuna olmaktan kaynaklanan bir sempati oluştuğundan, herkesi yarıp en öne geçerken ve 3 hatun birbirimize göz kulak olurken, en sevimli hallerimizle insanları ittirebildik ve kendimize dans edecek yer bilem açtık, bu ikinci muhteşem durumdu. Gelelim boktan kısmına. Yani Leman Sam konserinde etrafındaki onlarca çifte inat kız arkadaşlarınla orada olmak, durumun vehameti açısından tüm ekibini zora sokmaktadır haliylen. Nefes'teki enfes kadın, inanılmaz sesi ve yorumuyla, her söylediği şarkıyı kalbine dokundurturken senin kendini sevmeye çalışman, burnunu dayayacağın bir kokunun olmaması ve dönüp kız arkadaşına melül gözlerle bakman ayrı bir kelek yaratmakta.
Elinde telefonun, 2 şarkıda bir, bir mesaj yazıp, sonra yediremeyip kimsin ki sen dürtüsüyle silip, sonra tekrar yazıp, tekrar silip kendine gülmen ve sonuçta ne sarhoş olabilmiş, ne birini düşürebilmiş -ki bunun için önce hatunlarının da dahil kendinin iyi olman etrafına bakman falan gerekir-, ne mesaj atabilmiş, ne sonuç, ne sebep yaratabilmiş ve bir de yanında bir tane bile sigara içememiş olarak tüm duygusallığın boğazında kalmış bir şekilde konseri tamamlarsın. Yanına kar kalan, Ankara havalarıyla duygu yoğunluğunu dağıtan Leman'ın sesiyle kankilerle tepişirken atılan ter, bir yandan da, her hüzünlenişinde en azından kardeşlerin bile olsa sarılacağın birilerinin yanında olmasıdır. Yani boktan bir şekilde tek başıma da olabilirdim o konserde...
E tabi geceyi, Niğde Gazozlar eşliğinde kokoreççide bitirmekle bir ritüeli de tamamlamış olduk. Ohhh pek de misti yani, ayrıca özlenmiş bir lezzetti...
Dün geceyi unutmak istemiyorum. Çok hüzünlendim, çok eğlendim ve iyi geldi... Kız arkadaşlarım özeldi, güzeldi ve iyiki varlardı.
Leman Sam yine her zamanki gibi fenaydı, fena yaptı, fark yarattı...
Kasım güzel olacak gibi görünüyor...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Kasım

Bugün yeni bir ay başlıyor..
Güneş pırıl pırıl, kışın gelişini örtbas etmeye çalışır gibi hali.
Yeni ayla çok iş yapmak lazım ya, sabahtan beri yeni oturdum bilgisayarımın başına adamakıllı.
Kulağımda İstanbul'u Dinliyorum ve Leman Sam'ın gençliğine ait olduğunu düşündüğüm sesi,
Çızırtılı ve eski bir kayıt; sanki şiiri ve bestenin çarpıcılığını daha da bir arttırmaya çalışıyor, biraz daha vursun diye...
"Bir kuş çırpınıyor eteklerinde/Alnın sıcak mı, değil mi biliyorum/ Dudakların ıslak mı değil mi biliyorum/ Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından/Kalbinin vuruşundan anlıyorum/ İstanbul'u dinliyorum"
Çocukluğumdan beri, şu koca şiirin niyeyse bu son kıtasını hep ayrı bir severim. Özellikle de Bir kuş çırpınıyor eteklerinde... dizesini. Gözümde canlanan imgelemlerin hangi birini anlatayım ki hali yaratır üzerimde her okuyuşumda/dinleyişimde.
Bugün uzun bir gün, henüz bitmedi. Hala daha da önümde dolu dolu 3 belki 4 saat var...
Böyle zamanlarda düşünmek içinde boooll booolll vakit oluyor.
Bugün, çok uzun zamandır düşünmediğim şeyler birikiyor üst üste beynimin 'Kendim' bölgesinde. Hangi birini, hangi zaman, hangi sırayla yapmam gerektiğini kestiremiyorum.
Biraz da sıkılmalarımın nedenlerini görüyorum araladığım kapılarda.
Aslında ertelediğim bir takım silkelenmelerin saçma bahanelerle, yüreğimde yük yarattığını fark ediyorum.
Çevremdekiler de dahil, kendime söylemem gereken ve kabul etmem gereken bazı gerçekler var kaçmaya çalışsamda.. Geleceğim, hayallerim, hedeflerim, varlık sebebim, yaşama amacım...
Kasım...
O kadar güzel ki okul bu aralar.. Gözümün gördüklerini fotoğraflamayı başarabilir miyiz hiç bilmiyorum... Kasım, o denli güzel bir güz yarattı ki ODTÜ de. Sarı sonbahar, kırmızı ağaçlar, kuruyan ve çocuksu tekmeleme istekleri yaratan kocaman yapraklar... İçlerinde uçuşan bir elbiseyle rüzgarda salınan bir yaprak misali öylece durmak istiyorum. Bu aralar takıntım bu, rüzgarla uçuşmak; fikren, giysilerle, bedenen, saçlarla gibimsi gibimsi...
Dün Ekim'e güzellemeler yapmaktı aslında fikrim. Ama yine biraz siyah vardı içimde ve öyle çıktı.

Aslında 1 Kasım tarihli bu yazı, biraz da araya giren farklı hislerin/keyiflerin/kişilerin de sebebiyle ayın ikisinde tamamlandı. Kasım şaşırtıcı, anılara giren karelerle ve çoook yoğun bir iş temposuyla başladı. Böyle Aralık olur gibime geliyor ya hadi bakalım..
Arada sonuçlanmalar bekliyor beynim ve kalbim. İşte, hayatta ve diğer birkaç önemli alanda...

Not: Resimleri ne yazık ki ben çekmedim, ama en azından okul ne hale geliyor azıcık hissedilsin diye koyuyorum. İnternette ODTÜ'nün bu güzel halini yayınlayan değerli yazara teşekkürler. http://onurataoglu.blogspot.com/2008_11_01_archive.html



31 Ekim 2010 Pazar

Meydan

Kalabalıklar içinde tek başınayım...
Ben, kendim ve tüm kişilikleri ruhumun.
'Bir', bütün, yalın ve öz de olmak için verdiğim mücadelelerin onda birini,
Etrafımdaki 'yakın' insanlardan kendileri için görmemek bende artık bencilce bir kapris yaratmaya başladı.
Sıkılıyorum, bu ara sık tekrarladığım gibi.
Gitmek mi gerek onu da bilemiyorum. Bu iyi değil, hiç iyi değil...
Gitmelerimi dengelemiştim ben geçtiğimiz 10 yıldır.
Bazen diyorum giden neyin mücadelesini veriyor ki kalanın yanında...
Kalmak mıdır bizim yolun özeti,
Yoksa gitmek midir sıradan bir kaçışın tezahürü.
Peki destek mekanizmasının cortladığı yer bu mu oldu şimdi hepsinin toplamında ?
Dönüp inançları biraz kuvvetlendirmek mi lazım acaba,
Sandalye, bacakları üzerindeki ağırlığı kaldıramaz hale gelmeden..
Kim bilir ???

Al bir de burdan yak...

Yanlış hisler (!) sabahın köründe pineklenen beynimle birlikte içimin her köşesine...
İşte bu hisler, beni basan cinsten, göğüse oturmuş bir öküz misali.
Tam da bunlardı kaçtıklarım.
İşte şimdi başlıyoruz...
Tam şimdi, burada bulunduğum bu noktada ne kadar gerekliydi diye sorguluyorum.
Algılamalarım ve gördüklerim yaşamın daha kolay olması gerektiğini isyan ediyor içsel labirentlerimde.
Labirentlerimde peyniri mi arıyorum yoksa sadece yolları mı keşfediyorum acaba?
Bir hattı bitirdiğimde, acaba, diğer hat da aynı derecede keşfedilesi gelecek mi bana?
Bir tarafım realist mühendisi,
Bir tarafım basit bir kadını ve
Derinlerimdeki his inadına'yol'u ortaya çıkarsada, soru yine aynı kesişimde görünür oluyor!
Peynir mi, kapan mı yahut tuzak mı;
Yoksa yalnızca keşfedilesi bir yol daha mı yelkenleri açası ?!?!?!?!?!...

30 Ekim 2010 Cumartesi

Serzeniş 2

Sarhoşken yazmayacağım...
Yazmamalıyımmm....
Ciddi bir mücadele içerisindeyim.
Ne saçma bir gündü bugün.... eski arkadaşlarla olan kısmı güzeldi..
Sevilen bir dostla sohbette güzeldi, peki gerisi???
1 şişe Cabernet Sauvignon'dan sonra insan zekasını yitirebiliyormuş...
Düşünemiyorum. İstediğim bu değil miydi ? Düşünememek! Değilmiş demek ki...
Yahu bulamadığım bazı cevaplar var. Hayata dair; aileye, sevgiye, dostluğa..
Yok hayır, bunların saçma kimyasal mantıksızlık olan sevgili aşkla alakası yok.
Büyümekle ilgili mesela.
Ama ben büyümek istememiştim.
Ama ben hayal kurmaktan memnundum..
Peki ben hala hayal kuruyorsam ne oluyorum; çocuk, yetişkin, kadın, erkek, insan, salak?
Gördüklerim yaşadıklarımla örtüşmüyor..
İstediklerim bunlar değildi, bunlar mıydı yoksa? Ya ben yine şarkı söylüyorum,
"Başka türlü birşeyy benim istediğimmmmm" ama bu kez şarkı insanlar için değil...
Yaşadığım yer için...
Kızma bana güzel Ankara..
Sonbaharında bile, şu ara sana katlanamıyorum...
Ben başka bir yerde olmak istiyorum.. duyuyor musun sana söylüyorum.
Başka biryer. Başka kokular, başka insanlar, başka dünyalar...
Başka hayaller istiyorum ben, başka sevgiler, yeni insanlar.
Çok sıkıldım, heyyy sana söylüyorum sana!
Zerdüşt niye susuyorsun bu gece. Fazla mı geldi sana şarap !
Yine en çok Imagine dinliyorum bu ara..
Imagine... you may say I'm a dreamer...
Ben çok fena sıkıştım ama. Neden kimse beni tutup çıkarmıyor yukarı?
Hayatımda tek bir kez sonuna kadar şımarmak istiyorum...
Sonuna kadar biri beni bıkmadan ışığa götürsün ve benden birşey beklemesin istiyorum.
Boğuyor istekler beni, arzular, sorular, korkular..
Ama ben hayattan korkmuyorum ki, öylesine yaşıyorum ben.
Bir deli ne kadar normal yaşar ki hayatı..
Yada normal dediğimiz neye göre normaldir bakınca.
Ulan bu ne biçim ikilem..
Biri beni sadece sevdiği için hayatında isteyebilir mi lütfen ?
Daha kolay anlayın, şöyle diyelim,
Biri beni yukarı çıkarabilir mi lütfen? Kimseye hesap vermeden, neden yaptığını söylemeden, çelişmeden.
O kadar zor muyum yahu ?
Şu anda şişenin dibine ulaşırken son kadeh elimde..
Temiz uyumayı planlıyorum...
Biri bana tüm 'neden'lerimizin aslında bir hiç için olduğunu hatırlatabilir mi ?
Ben tek yürek ve güçlü olmaktan da sıkıldım bak..
Siz ne diyordunuz ona, ah işte bu kırılgan. Kırılgan olabilir miyim ?
Var mıydı acaba izin ? Yok, cevap geldi yokmuş !!! Hah! Komik yahu..
You may say I'm a dreamer, but I'm not the only one...
Hayallerim var.. Kimseye anlatamıyorum. Çünkü dinlemiyorlar..
Hey baksana, bazen soruyorum acaba Küçük Prens'i çok mu okudum diye ?
Ne dersin ? Bir kitap en fazla kaç kere okunmalı acaba ?
Hala patlıcanlar ağaçta yetişiyor ama mor bir ağaçta diye hayal ediyorum. Bak bunu biri dinlemişti. Çok mutlu olmuştum yahu..
Ama ben mutlu bir çocuktum. Şimdi ne hissettiğini bir türlü bulamayan bir çocuğum.
Yok bunu da beğenmedim,
Yani illaki bir his bulmak zorunda mıyız ?
Allahım ne çok sorum var yine. Şışşş bir sır vereceğim.. Bazen kendimden sıkılıyorum. Kim beni niye çeksin ki ? Heh !!!! Kendi kuyusunu kendi kazan insan. Sen bunu dile de getiriyorsundur...
Hayal gücüm çok güzel sahneler yaratıyor bana..
Gidiyorum, yanımda sadece benim bildiğim insanlar...
Kim acaba onlar. Merak etmeyin ama. Duygularımı o kadar merak etmiş miydiniz acaba yanıma aldığım 'isim'ler kadar.
Tabiki etmediniz kuzum, kimi kandırıyoruz...
Ulan ne boktan düzen be. Niye boka sardım ki bu ara, dur bakalım geçer elbet..
Sana yazık okuyucu, kafam güzel.. Anlamıyorsan kasma..
Serzenişteyim.. Aslında ilk serzeniş yazısını buraya koymayacak olsamda 2006 idi galiba yazıldığında gereksiz değerlerin altında gereksiz eklentilerle yazılmıştı...
Bu yazının adı da serzeniş olsun. Öyle oldu be. Yazık sana okuyucu..
Ne anladın acaba???
Bana ne ! Ben kendimi bu gece ne kadar anladım acaba..
Yaramadı alkol.. Çapkınlık mı yapmalıyız acaba kızkıza ?? Şışşş kızlar nerdesiniz ?
Ya ben niye kendimi bu kadar yalnız hissediyorum bu ara ?? Hey niye söndürüyorsunuz ışıkları, kızlar nerdesiniz ?
Çocuklarrr, yapmayın ama hoş bir şaka değil..
Hey bir dakika. Ben karanlıktan korkmam ki. En son köyde korkmuştum karanlıktan. Alışmamıştı gözlerim birtürlü kara'nlığa...
Yahu ne diyorum ben..
Sende niye hala okuyorsun ?
Yok işte bir bok çözümlenmiş..
Bitti hocam koca gece boşa geçti, gitti.
Sonuçta ne yapacağıma karar veremedim.
Yani var bir kararım da ne zaman uygulamaya geçirmeliyim acaba,
Ne zaman yeni bir yelkeni suya indirmeliyim..
Ben biraz Kuğulu Park'a mı gitsem acaba??
Ulan SIKILDIM...
Sıkılıyorum.
Sandalye de popoma battı ztn artık.
Ben daha karıştırırım bu yazıyı ona göre.
Devam ediyorsan cidden merak ediyorsun yahu.
Kimsin ki sen ?
Kimsin acaba ? Ben kimim buldun mu bir cevap, yazık yahu bana, sana, ona, ötekine berikine...
Sen kimsin ?
Çok merak ediyorum, bir gün biri çıkıpta Sen kimsin diye sorduğumda 3 kelimede kendini anlatabilecek mi bana ?
Kokular çok tanıdık... Koku verin bana. Verin ki yeniden hayal edeyim yeni şeyler..
Yahu hiç birşey mi yaşamıyorsunuz be ne bu tekdüze kokular.
Söz sizi ayırmayacağım hayallerimden..
Heyy,
Elimi tutup beni bulunduğum yerden uzaklaştıracak,
Göğsümdeki sıkılmaları sakinleştirecek,
Şaraptan daha az beni uyuşturacak,
Duadan daha somut olacak,
Dokunacağım birşey verin bana...
Boğulmaya başladım.
Hoş değil, hoş değil....

27 Ekim 2010 Çarşamba

AŞK

Boka benzer birşey yahu,
Vazgeçilmiyor.
İçinden dışarı atınca rahat ettiğin,
Ama biriktirdikçe de kendini daha bir hissettiren...
Olmazsa olmaz,
Fazlası zarar, ziyan, zehir.
Bok gibi birşey şu ne menem halt olduğu belli olmayan AŞK...
3 harfli işte en temelde ikiside,
'K' sert sessizinde isyan saklar gibi halleri.
Ne boktan bir haldir bu aşk anlamadım ki;
Boktan şiirler de yazdırır böyle adama...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Veda...

Bir kazağı çıkarıyorum bu ara üzerimden...
Bir çocuk misali seviyorum diye tutturduğum,
Halbuki ne deseninden, ne modelinden, ne de kalıbından tam olarak hoşlanmadığımı büyüdükçe anladığım bir kazağın, sonunda giyilmediği için elden çıkarılmasına karar verdiğim bir andayım...
Çekilince rahatlatan ama öncesinde kanırtmasına alıştığın çürümüş bir diş misali...
Birisi üzülecekti bu hikayede.
Sana fazla gelir diye ikimiz içinde üzülmüştüm ben fazlasıyla şimdiye dek.
Halbuki şimdi, kazaksız, bu soğuk havada 'bela'mı arar gibi aranıyorum ve mutluyum...
Huzurluyum diyemeyeceğim çünkü şüphelerim tilki misali ciğerimde dolanıyor,
ama gerizekalı bir mutluluk hali içerisindeyim.
Ağzımı kulaklarımdan ayıramamamdan belli galiba...
Hissediyorsun biliyorum.
Ama bir yanlışın var bebeğim, sen gidiyorum zannediyorsun.
Halbuki ben gittim, biz bittik hala anlamıyorsun.
Sen beceremedin her zamanki gibi sadece rüzgara bile söylemeyi hissettiklerini, ama ben söyledim.
Yakında duyacaksın getirecek rüzgar sana duyman gerekenleri.
Gittim ben ve biz bittik...
Anlayamayacaksın daha biliyorum. Neyi öylesine gelişine kabul ettin ki zaten sen ?
Üzerimden çıkardım omuzlarıma yük ettiğim kazağı.
Hayret ne çok sevmiştim halbuki bu kazağı bir zamanlar.
Bir zamanlar diye başlayan masallardasın artık sen.
Yazılmamış, anlatılmamış ve hiç yaşanmamış gibisin...
Konuşurken adını bile söyleme ihtiyacı duymadığım,
-(Aslında artık seni konuşma ihtiyacı duymadığım)-
Hasret, özlem, acıdan ve daha da mühimi değerden yoksun seni tanımlayan kelimelerim...
Beni bekleyen bir okyanus vardı ne zamandır - unutmuşundur sen, adı hayattı.
Beni çağırıyor şimdi kolları beni sarmaya hazır, eğer salarsam halatlarımı suya.
Ben seni severken yitirdiğim birşeyi buldum yazdan kışa dönerken sevdiğim bu şehirde;
Kendimi, özsevgimi ve yaşama sevincimi.
İçine tükürülesi düzenimi yerle yeksan eden saçma sapan duyguların içine soktum kendimi,
Bizi yok ettiğin düzenlere inat.
Nasıl İYİ geldi bilemezsin.
Hiç ummazdım 'bela'mı böylesine düzensizlikte bulacağımı.
Halbuki bu bendim değil mi?
Hep söylerdin ya "niye bu kadar karıştırıyorsun" diye...
Çorba ediyorum, kendi kaosumun içinde bir melodi yakalıyorum.
Merak ediyor, sinirleniyor, özlüyorum.
Süreci tamamlanamayacak olsada yaşıyorum. Haykırırcasına!
YAŞIYORUM ! Herşeye ve herkese inat.
İnanılmaz değil mi, garantilerde yok etmiştik halbuki biz birbirimizi..
Okyanusum beni çağırıyor şimdi,
Ve beni sana bağlayan, kalan son ve incecik halatı söküp atıyorum net bir bıçak darbesiyle.
En zoruydu beynimin iplerini koparmak, en sona kalanıydı...
Giyotin ipi kestiğinde geriye bakmıyorum hareketlenirken gemilerim.
Artık önemli değil arkada kalanlar;
Ne anılar, ne acılar, ne sen, ne de senle hayatımdan çıkacaklar...
Yelkenler fora !
Ben BELAmı bulmaya gidiyorum.
Hiç olmadığım kadar özgürüm çocuk.
Ve sana son kez teşekkür ediyorum,
Hayatımdaki belki de en önemli sınavda bana eşlik ettiğin için,
Sayende Hamdım, Piştim ve Kendimi buldum...
Mesele bundan sonra böyle kalmak.
Eyvallahımda ve vedamdasın.
Kısaca;
Hoşçakal ey Dost.
.

24 Ekim 2010 Pazar

Zerdüşt Dolunay'da Sesleniyordu

Dün gece dolunay vardı yine gökte... Kaçıncı dolunay varlıkta bir fark yaratmaksızın..
Biriken tüm enerjilerin dışarı çıkmadığı, yürekte ve her his yaratıcı olguda sıkışıp kaldığı kaçıncı dolunay..
Biraz isyankar bir tarafım. Biraz inatçı bu kez,
Benim içimdekiler bende kalsın istemiyor kalbim.
O yüzden diretiyor sakin sakin belkide. Ne bu dürtü bir fikri yok ve yanında karmakarışık kafam, üstüne üstüne gelen tüm ama tüm yıkık, yitik saçma ve gereksiz şüphelerin hemen hemen hiçbirinde bana uyan bir yan yok..
“Saçma sıkıştırmalar, gereksiz, özensiz ve değersiz tüm dayatmalar kalbimin çığlıklarını bastırmaya yetmiyor. Çok mühimmiş gibi gösterilen, ipe sapa gelmez, boktan ilgilenmeler, dürüstçe çıkmış bir küfrün yerini tutamaz ki.. İsyanım var acınası, kokuşmuş ve buruşmuş gönüllerin beni biçimlendirmeye çalışmasına.. Ama yook buna sebep benim, saçma gerçekleştirme ihtiyacım.
Gerçekleştirmeymiş, daha ne olacak , bre salak.. Daha ne gerçekleştireceksin, şu boktan hayatın içinde yarattığın renkli yaşamında renklerini yaratan sen değil miydin zaten ? Kim yardım etti, kim destekledi, kime sordun da bu hale getirdin ki bu hayatı..
Herşeyi burnunun dikine yapmadın mı ki şimdi ne bu hal , ne bu saçmalıkları dinleme ihtiyacı..
Keyfin yerindeyken sorun yok . Peki sıkıntı hissettiğin anda ne bu kendine güvensizlik.. Aynaya bak çocuk, kaldır kafanı aynaya bak.
Kendinde emin olmadığın bir yer var... Bul orayı ve bırak ondan kaçmayı.. Neresi, hangi konuda yada kimden kaçıyorsun.. Sen kendinden kaçıyorsun içindekileri istediğin gibi yaşamaktan korkuyorsun, ister inan ister inanma...
Tam istediğin gibi giderken davranışlarınla sözlerinle hislerinle, sürekli kafanda dolanan bir kaç tilki içine tükürüyor herşeyin... Neden yapıyorsun bunu nedeeeennnnnnnnnn??? Ne bu korktuğun.. İnanmadığın kısır döngüler mi, içindeki çıktığında ne olacağını bilemediğin kadınlık mı acıttıkları için kapattığın, yoksa ne ...
Hala dişlerin, tırnakların dışarıda.. Sen kırmadın mı kendini, yetmedi mi ? Yeter çık artık çık şu lanet kapıdan dışarı.. Kim bu, sen misin bu ? Hiç bu kadar sen olmamıştın, ama hala arada bir kendini gösteren ve seni sana kırdırtan kim ? İnatla telefon eden, inatla üzerine yüklediği baskıları kıramadığın kim ? Kim o, sana bu saçma şeyleri düşündürten ? Yüreğini koydun ortaya, bu kadar açmadın şimdiye kadar . Bunun onda biri olmayan bir yerde aciz ve korkak bir halde kırdılar seni. Bırak artık onları düşünmeyi . Çık şu aptal kapıdan. Kapı görünmez bir cam misali önyargını yaratıyor, seni sana karşı yargılıyor.
Çık ve kır şu bardağı, belki de sınav sadece sensindir bre şapsal çerkez kızı.. Kır şu bardağı ne den korkuyorsun ki ??????? “
Diye buyurdu Zerdüşt !!!!!

14 Ekim 2010 Perşembe

"..."

Sessizliğimde saklıyordum seni.
Nasıl oldu da güneş gördün bilmiyorum.
Niye ihtiyaç duyduk sözcüklere bir türlü anlamlandıramıyorum.
Meraktık, özleme döndük...
İlgilenmedeydik, aşka kaydık..
Olmadı ki, niye bu hale getirdik ki biz birbirimizi, bir türlü bulamıyorum...
Gözlerimle yaşıyordum ben seni,
Şimdi hem kalbim, hem kelimelerim, hem beynim arar oldu;
Hem gözlerini, hem sözlerini, hem de kalbini.
Bekle bakalım bre çerkez kızı!!!
Öyle benzemez zor bir adamı zor zamanlarda beklemeye çalışmak, üstelik de başkalarına inat..
Evde yemek yapmaya,
Aklına geleni yapmaya,
Deliliğinde tüm gemileri yakmaya,
Şeyh şamil de özgürce oynamaya...
Şimdi sen de bir kutup yıldızı bulmaya çalışacaksın,
Sessizce, tek başına, dengeleri bozmadan
Ve ışık arayacaksın seni yolunda tutabilmesi için...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Yağmur Sonrası...

İki gündür yağmur yağmıyor sadece Ankara'ma... Öylece sere serpe olduğu yere yığılmış bir kadın misali ağlıyor doyasıya.. Özgürce. Hiçkimsenin en ufak bir söz söylemesine mahal vermez bir halde.. Seveni varmış söz olurmuş, bekleyeni varmış gidermiş, vazgeçermiş, gözyaşları bağları kuvvetlendirirmiş-yıkarmış, ayıp olurmuş demeden. Ağlıyor ve yıkıyor tüm duvarları.
Ağlıyor ve yeniden doğuyor bir yandan da gözyaşlarından, küllerinden doğan Zümrüdü Anka misali..
Bugünse, hala daha iki günlük boşalmayı tam olarak bitiremediğini gösterircesine üzerimizde tutsada o gri, soluk aldırmaz kocaman örtüyü bulutlardan, bir umut veriyor.. Gülümse diyor cumartesi sabahında.. Cumartesi bugün kalk, giyin süslen, canlan ve dışarı çık diyor.
Güneş topla diyor senin için, onun için, şehir için, görmen gereken - uzun sürelik bir aradan sonra ve aranın tam nedenini de hatırlayamadığın bir şekilde- üstelikte aslında özlediğin ve bir yandan çekindiğin sebebini bilmeksizin bir kız arkadaş için güneş topla..
Ama tam da karar veremiyor gösterirken güzel yüzünü; benim gibi, yüreğim gibi..
Yüreğim zaten hala tam olarak hatırladığına emin olamıyor pompa dışında tam bir işlevi olduğunu; sevmek gibi, aşık olmak, öfke duymak ya da yaşamak gibi mesela..
Yine bu ara 3 noktaya gark etmiş yazılarda bulmaya çalışırken içimdekileri, aslında anlamsız ve hatta saçma bir zevk alıyorum olan bitenden. Geçmişe esir hallerde olmasamda içime sıçan zatı muhterem (ler) den sonra bir cumartesi sıçrayan bir keklik gibi sokağa çıkıp, haykırmak için "ahahahaha aşk vardır aşk ölmedi" diye bu kadar çok düşünmem ne kadar normal...
Güneş toplayacağım bugün göründüğü her anda.. Hayat sokakta ve dışarıda olacağım.. Farklı yerlerinde Ankara'mın. Şimdiye kadar gözlerimin çektiği ve beyin kıvrımlarıma kaydettiği resminle benim gözümle dışarıda olacağım.. Yol bulmaya çalışmadan daha çok kaybolarak içimdeki seni ve kendimi bulacağım.. Eski bir dostluğu yeniden bulmaya çalışırken de, kaldırımları tırmalarken de, bir nikahta gönülden gülümserken de, Yaradan'a bir yerlerde haykırırken de ve kendimi bugün özellikle bugün tekrar ve tekrar severken de sonunda seni bulacağım. Eğer bulamazsam o zaman kalbim henüz iyileşmemiş-yılların geçmesi önemli değilmiş- demektir... Bulursam o zaman daha cesur yaşamak için çaba sarfedeceğim seni, beni, yaşamı ve geri kalan herşeyi.. Yazmaya bile korktuğum duyguları tozlu raflarından çıkarıp yeniden güneşle buluşturacağım.
Kıracağım kendimi içine kapattığım fonksiyonsuz odaların kırılmaz görünen kalın ve bir dokunuşa hasret zincirlerini... ve kendimi kıracağım başkasının bir daha beni kırmasına izin vermemek ve yeniden yeni bir güne, yeni bir oyuna ve yeni bir sevince izin vermek için...
Güneş toplayacağım Ekim'in bu güzel olması gerekirken, karanlık ve kocaman bulutlar arkasına gizlenmiş Ankara gününde; herkes için - güneş açmasa bile..

3 Ekim 2010 Pazar

Yaşam Döngüsü

Yaşam Döngüsü - Body Worlds sergisindeydim dün...
Muhteşem bir yazı ile açıyordu sergi kapılarını ziyaretçilerine.
Paylaşmak istedim, ve isterim ki üzerinde düşünülsün...

Yaşam Döngüsü

İnsan bedeni,
Bir karşıtlıklar harikası.
Yalın ama karmaşık,
Savunmasız, ancak dirençli...
Deneyimlerimizin sınırı,
Ancak sınırsız potansiyelimizin başlangıç noktası.
Ana rahmine düştüğümüz andan doğuma,
Bebeklikten çocukluğa,
Ergenlikten gençliğe,
Ve yetişkinlikten yaşlılığa
Sabit olan tek şey değişimdir.
Herbirimiz dünyaya;
Yaşamlarımız boyunca bize ait olacak
Ve dilediğimiz gibi deneyimleyebileceğimiz,
Koruyabileceğimiz veya
Riske atabileceğimiz bir bedenle birlikte girer.
Önümüzdeki sınav, yaşam döngüsünde ilerlerken
Canlı ve bağımsız olarak üzüntülerden ve hastalıklardan özgür kalmak
Ve potansiyelimizin tamamını
İlhamla yaşamaktır...

2 Ekim 2010 Cumartesi

7 Tepeli Kadim Dostumla 5 Gün - 6 Geceden Kalanlar

Nefesimi kesen manzarasında, beni her bakışımda daha da içine karan, kaybeden ve tüm güzelliğine rağmen aslında beni yok eden bir hali vardı yine İstanbul'un...
Tarifi mümkün olmayan duyguların yapılmamış resmi gibi duruyordu karşımda yine tüm heybeti, şehveti ve hatta şefkatiyle.
Yine tüm tezatları tek bir nefeste bırakıyordu yüreğime. Bir anda hem anne, hem çocuk, hem prenses, hem asi, hem yalnız hem çoğul, hem aşık hem yaralı, bir yandan neşeli diğer yandan çaresiz kılıyordu.
Anlatılamayan, çoğunlukla duyulan biraz da akışına içinden geçmesine izin veren, pek de gardını alamadığın ve aslında seni dağıtmasına ve yeniden küllerinden doğurmasına izin verdiğin, ecemsi bir hali vardı bu kez bu İstanbul'un...
Bir soğuk, bir sıcak; bir güneşli ve ışıl ışıl ve biranda bulutlu ve basık hali sanki kararsızlıktaki ve belirsizlikteki ruh halimin izdüşümü gibiydi. Çoook zamandır olmadığı kadar dolu geçti bu kez İstanbul. Gerçekliğe o kadar da çok takılmadan kimi zaman düşlerin ağır bastığı 5 gün 6 gece... Düşlerimin gerçeklikten daha somut olmasına; İstanbul'un halden hale soktuğu vücudu ile beni de kendiyle hem hal ediyor olması sebep oluyordu belkide.
Kırgınlıklarımı, geçmişin peşimden koşan gereksiz kırıntılarını ve tüm korkularımı Haliç'ten suya bıraktım bu kez... Bir değişiklik yaptım ve uzun zamandır olmadığım bir yerinde kaldım yeşilli mavili limanın ve omzuma yük olan tüm anıları/kişileri/acizlikleri ve yıkıntıları Haliç'ten suya bıraktım.
Ardından, dizim dizim sıralanmalarıyla köprüler oluşturan oltaların sahiplerinin elinde denize girecek misinalara takılan yem oldum isteyerek... Yem oldum veya bilerek yem yaptım kendimi Marmara'nın yosun kokan serin ve deli deli akıntılı sularına. Oltaların başında düş kurdu dışarıda kalan yarım. Başka bir çift gözle bakmaya çalıştı bu şehrin suya vuran silüetine bir öğlen vakti. Kendisinden farklı bir çift derin gözle... Anlamaya çalıştı onun gördüklerini, hislerini, özlediklerini. Sözlerimin açamadığı kapıları zorladı gözlerim. Sızabileceği bir aralık aradı sık parmaklıkların arasında. Baktığım her karede, biriktirdiği anıları hissetmeye çalıştı gözlerim.
Sonra vazgeçti...
Düşünmekten, çalışmaktan ve kurcalamaktan...
Gözlerim kendisi oldular tekrar ve baktılar doyasıya, güneşin bulutlarca gizlendiği sakin, gri ve derin boğaz manzarasına. Hala, ruhumun bir parçası soğuk sularda yem, ve bir parçası köprünün üzerindeki herhangi bir arabaydı.
Her arabayla başka bir serüven oluyordum, başka kimlikleri, başka özneleri, başka sevgileri yaşıyordum...
Kavgaları dinliyordum, ilan-ı aşkları, hasret naralarını ve gözyaşlarını. Duyduklarım yeni düşler oluşturuyordu imgelemimde ve seni sölemek istediğim ama içimde tuttuğum kelimelerimi dizginliyordu içimdeki derin köşelerde...

Not: Resimleri İstanbul'da olduğum süreçte çektim, yani tamamen bana aitler :)