28 Şubat 2011 Pazartesi

Hangi Kadın ?

İki derin nefes çekti sigarasından,
Aldığı tüm dumanın burnundan öylece çıkıp gitmesine izin verdi.
Elinin yüzüne yakın duruşu ve her nefesle başka bir noktaya odaklanan bakışlarında, anlayanların hoşlanmadığı garip bir sessizlik vardı.
Bir eli sigarayı tutuyordu,
diğeri ise göğüs kafesinin üzerinde sakince duruyordu.
Belki ciğerleri belki de kalbi acıyordu, kimbilir...
Ama görülen bir gerçek vardı;
Sigarayı tutuşundan,
Islak bakışından,
Yüksek sesle attığı kahkahasından ve
tiyatral halinden kolayca görülen;
Kırık, mahzun, yorgun ve gizlemeye çalıştığı bir hali vardı.
Özleyen, sözleyen ve serzenen ruhunu, çıtırdayan sigarasının ardına gizlediği ve
bunca zaman sonra yine paket aldığı için söylenirken sesi titreyen,
Gün ortasında kendini karanlığa hapseden bir kadın vardı bahara çalan şu kış gününde...

Günce 3-4-5-6-7-8

Pazar günü ve saat gece 1:45.

Herşey bitti; çamaşır, ütü, toparlanma ve Pazartesi için yapılan kişisel hazırlık.

Her zamankinden daha etkin bir Pazar günüydü üstelik.

Şu anda ise bilgisayarım kucağımda, bir yandan müzik dinlerken bir yandan da başımadaki ağrının biraz hafiflemesini bekliyorum. Ne için ? Tabiki uyumak için :

Annemsiz geçen her güne bir günce yazmak niyetindeyim. Ancak yazmaya çalıştığım her anda, biraz daha buruldu içimde biryer. Belki özlemek koydu, belki yakın gelecekte, başka biryerlerde olabilme ihtimali sebebiyle bir başına kalacak olma fikri... Hangisinin ağır bastığını bilmiyorum. Ama sonuç, çocukça bir kaprisle vazgeçtim yazmaktan.

Ama şöyle bir toparlayacak olursam, annesiz 4 ve 5 gün bir harala gürele içerisinde geçti. 4. Gün benim yine (!) köpek gibi çalıştığım bir gündü, 5. Gün ise 23 Şubat 2011’e tekabül ediyor ki içinde olduğum grubun mükemmeliyet merkezi olması sebebiyle, protok açısından önemli bir açılış yaşayacaktık. Salı günü o yoğun günün ardından, eve gelip, kendimi Çarşamba gününe hazırlamaya çalışmakla uğraştım ki bu noktada da annemin varlığı burnumda tüttü. Çünkü sevimli bir şımarıklıkla giyip çıkardığım herşeye bakan ve sonra onları gıkını çıkarmadan ütüleyen annem sayensinde jilet gibi katılırım böyle toplantılara... Bu kez bir başımaydım. Babam saolsun böyle zamanlarda, erkek ırkının genelinin davranış biçimini benimseyerek, her ‘bu nasıl olmuş?’ soruma ‘iyi’ net ve tek cevabını vermekte ustadır. Neyse ki, dolapta ütülü olarak durduğu için ortalıkta sevinç naraları atmama sebep olan sevgili beyaz gömleğim ve Çarşamba gününü zar zor çıkaran siyah çorabımla birlikte giyeceğim siyah eteğim hazırlardı. Kurtarıcı beyaz gömlek ve siyah etek yani :) Tabi makul kalınlıkta bir siyah çorabında hazır bulunması böyle zamanlarda önemli oluyor. Geriye üst giyim ve ayakkabılar kalmıştı. Topuklular tamamlayıcıdır, babetler gün sonunda yere basamayan ayaklar için kurtarıcı, ve siyah ceket olmazsa olmazdır. Ama ceketi ve babetleri bir torbaya tıkarak cici bir hırka giymekle çözdüm işi. Bu işin gece kısmıydı. Sabahın köründe kalktım Çarşamba günü. Gözlerimin şişi ancak tam olarak uyandığımda inmiş olacağından, 9 da ruhum yatağımda kalmamış şekilde bir bütün olarak orada olmak için 7 de kalktım. Tanrım benim için çok erken bir saat yahu 7. Bizim ailede karga bokunu yemeden derler. Ailenin tamamı sabah özürlü olunca :) Neyse kahvaltı, evin havalandırılması ve ortalağın yataklarla birlikte toparlanması (vice president iş başında tüm bunları biz apar topar evden çıktıktan sonra canım annem yapıyor çünkü), 4 kupa çayın keyifle içilmesi ve giyinilmesinden sonra sırada makyaj vardı. Hızlıyımdır Allah’tan bu konuda. 10 dakika sonra herşeyiyle makyajda tamamdı. Gözlerin şişi 8.30 da inmişti, çok şükür ki ! Neyse son bir aynaya bakış ardından, tüm camların kapalı olduğu, fişlerin çekilmiş olduğu vs gibi rutin kontrollerden sonra paltoyu giyip kendimi dışarı attığımda tam planladığım vakitti. Ve 9 da KKM’deydim. Sonrasını çok hatırlamıyorum. Akşam 6 olmuştu ben pilimin tükendiğini hissettiğimde. 9 punto topuklarımın üzerinde neredeyse hiç oturulmamış 9 saatin sonunda, kendimi eve nasıl attığımı bilmiyorum. Saat 6 olduğunda artık yere basamıyordum ve babetlerimi giymiştim ama yapacak birşey yoktu. ‘Alışmamış götte don durmaz’ deyimi misali benim neyime topuklu ayakkabı. Zaten uzunum ne gerek var! Ama olmuyor işte. Ahhhh, ahhhhhh ! Gözünü sevdiğimin spor ayakkabıları. Eve kendimi attığımda yatağa yığılmak vardı ki, spor yapmak ağır bastı. 1 saat yoga bana kendimi inanılmaz iyi hissettirdi ki iyiki yatıp uyumamış ve vucüdumu hareket ettirmişim bu ergonomik olmayan günün ardından. Ben duş alırken saolsun babam yemekle uğraştı. Yemek ardından gece 9 sabaha karşı 3 arası tezimin outline’ını çıkarmakla uğraştım. Harika değil mi? Kadın olmak ! Herşeyi birarada, aynı düzgünlük hatta mükemmellikle yapmaya çalışmak. Günü 20 saat yaşadıktan sonra, buz koymama rağmen şişik bir ayak, uykusuzluktan kırılan bir vucüt, çalışmaktan perişan olmuş beyin ve bilgisayar yüzünden haşat gözlerle yattım. Sabah 10 da beni bekleyen toplantıda ayakta olmak için kaç saat uyuyabilirim hesabı yaparken sızmıştım...

Annesiz 6. Gün yani Çarşamba gibi bir efsane günün ardından can dostlarla buluştum denk gelmesi sonucu Perşembe günü. Birlikte yenen yemek, sohbet derken kafam dağıldı. Üstelik çok önemli şeylerde konuştuk. Kariyer planları, kişilik yorumlamaları... Egomu bir kenara indirmiş onları dinlerken kendi adıma atıp tutmadan yalın, net ve acımasız olabildiğimi ve gerçekçi davranabildiğimi gördüm. Eleştiri ve iltifatlarını dinlemek kendime olan inancımı sağlamlaştırdı... Gitmek lazımdı karar verdik. Önümüzdeki 5 yıl içinde, biraraya gelmek için Dünya’nın başka bir yerinde bulunduğumuz noktaların ortasında bir yerlerde hayal kurduk... Muhtemelen Avrupa en orta nokta olurdu zaten :) Eve geldiğimde babacan sıkılmıştı ki birlikte film izlemek (o uyusada filmin yarısında birlikte olmak kavramı (: mühimdir, iyi gelir...) iyi oldu. Aslında bana ne kadar iyi geldiği tartışılır. Midemin oralara bir kama saplamışlar gibi geldi filmin son karesiyle... Zaten yazdım. Özlemeler barındıran ruhuma iyi gelmedi aslında öylesine temiz bir drama izlemek, buram buram aşk kokan... Neyse! Bu özlemlerin sonra çaresine bakacağım. Annesiz 7. gün yemek görevi benimdi. Bize yemek yaparken beynim dinlendi. İyi geldi. Kafam boşaldı, sinirlerim yatıştı. Sinir bir Perşembe geçirmiştim. Toplantı üzerine toplantı ile ‘overdose supervisor’ etkisi, şişik ve spor ayakkabılara rağmen ağrıyan ayak, iletişim kurulamayan arkadaşlar vs... Hepsi Cuma’ya sarktı ister istemez. Yemek yapmak aldı bütün negatif coşkunluğumu! Mis gibi sebze yedik böylece... Tabi sevgili annemin içimiz ısınsın diye yapıp dondurduğu çorbada fevkaledenin fevkinde iyi geldi yanında... Yanında; pijamalardan bir anda sıyrılıp, kahve içmek için Bilkent’e gitmek daha bir iyi geldi. Gece pek sevgili bir kız arkadaş ile hem sohbet ettik, hem mis gibi kahve içtik ve evlerimizin yolunu tuttuk balkabağı olmadan. Ne de olsa haftanın yorgunluğu, Allah aşkına kal deseydi de biri herhalde ‘yok almayalım canım’ derdik ;)

Annesiz 8. Gün yani Cumartesi ayrıca yazılacak (!)

Veeee bugün... 9 gündür vice president olarak evi ayakta tutuyorum vallahi. Babamda bizi besliyor. Takdire şayan bir vaziyetteyiz. Şu anda saat 2:30. Başımın ağrısı azaldı. Teşekkürler Novalgin (!). Neredeyse 1 saattir yazıyorum. Bilgisayarda yazmak için oldukça yavaşım. Kafamın içinde en az 5 şeyin dönüyor olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Hele bir iki tanesi o denli baskın ki, uzaklaştıramıyorum. Sevmedim bu özleme sancılarını ! ‘Kimi, neyi, ne için’ bilinmezinden hele, hepten bıkkınlık geldi. Annemi özlüyor olmam ve üzerimdeki sorumluluk da sanırım karıştırıcı etki yaratıyor.

Neyse...

Sevgili uyku gel artık. Gel ki yeni başlayan hafta zulmetmesin bu ara yorgun şu zavallı bedenime ve beynime...

Allahtan müzik var. Napardım acaba müzik olmayaydı! Yani; yaratıcılık, ilham ve aşk olmayayadı müzikle kodlanmış. Düşünmek bile istemiyorum.

Gelen uykuyu kaçırmamak lazım. Zaten gecenin en “güç vaktine” ilerliyor saat adım adım. O güç vakitte uyumak gerekir. Boğuşmamak için tepene binen ve boğma eğilimli idea larıyla yaşamın...

Yaşıyoruz herşeye rağmen,

“Yaşıyoruz çok şükür der gibi”! ....

27 Şubat 2011 Pazar

Seçmece

GİDERAYAK

Handan,hamamdan geçtik
Gün ışığındaki hissemize razıydık
Saadetinden geçtik
Ümidine razıydık
Hiçbirini bulamadık
Kendimize hüzünler icadettik
Avunamadık
Yoksa biz...
Biz bu dünyadan değil miydik?
-----------------------------
KARMAKARIŞIK

Bir okla yaralı kalbim,
Boyacının sandığında;
Güvercinim kâğıt helvasında;
Sevgilim kayığın burnunda;
Yarısı balık,
Yarısı insan;
İn miyim?
Cin miyim?
Ben neyim?
---------------------------
İNSANLAR

Her zaman, fakat, bilhassa
Beni sevmediğini
Anladığım zamanlarda
Görmek isterim seni de
Annemin kucağından
Seyrettiğim insanlar gibi,
Küçüklüğümde...


Orhan VELİ

25 Şubat 2011 Cuma

The Battlestar Galactica Orchestra - Apocalypse (Live)


"Gözlerini kapattı.
Saçları, ıslak omzunda minik gıdıklanmalar yaratıyordu.
Kelimeler kaçıştılar ve saklandılar kapıların ardına,
Eşik altından sızan ışık misali etrafında toplaşıyordu kulağına vuranlar.
Sanki yalnızca bir müzik değilde daha çok bir girdap gibiydi,
İçine çekmesine karşı konulamayan,
Yavaş yavaş etrafını saran
ve sonunda teslim olunan...
Kapalı gözleri başka bir görselliğe geçiyordu yavaş yavaş.
Çok yavaş seyrediyordu herşey,
Aynı anda da çok hızlı.
İçinden geçtiğini hissettiği birşeyler, vücunda istemeden çeşitli salınımlar yaratıyordu.
Kolları açık, bedeni muntazam bir döngüsellikle hareket ediyordu.
Durduğu zaman
Müzik, yarattığı ışıkta keyifle kadını seyrediyordu..." - AK

Bana hissettirdikleriydi....

24 Şubat 2011 Perşembe

Gün Batmadan (Before Sunset)

Kalp, hissedince yürek olur gibi gelir bana hep.
Hani, bazı kelimeler bazı duygularla birleştiklerinde, ancak duygusuyla bir araya geldiğinde yani, gerçek anlamını yakalar ya,
Yaşamın, gerçekten yaşanılası anılar biriktirildiğinde, sadece bir eylemden öteye geçerek Hayat olması ve işlevi pompa olan bir organın öyle yada böyle hissedince Yürek'e dönüşmesi gibi...
Sonbaharın, o baharda yaşanılmış unutulmaz hatıralara sebep olmasıyla; hüzünlü bir Güz'e meyletmesi gibi...
İçimde bir yerde, midemle kalbim arasında sıkışmış bir duyguyu yeniden yaşattı bana hayatıma iz bırakan bir ikilemenin can alıcı filmi...
Gün batmadan (Before Sunset).
Öylesine gerçek, öylesine bir şey olmaya çalışan Amerikan sinemasının süslü ama bomboş ve hatta bombok dünyasının dışındaki.
Paris'in içinde olunası romantizmini arka plan olarak kullanan,
9 yıl süren bir hasreti buram buram ama iç kıymadan, arabeskleştirmeden, yani olduğu gibi aktaran,
Kokusuna duyulan özlemi, dokunamamanın sancısını, söylememeye çalıştıkça içinde büyüyenleri ve sonunda dışa vurulan hasreti, öfkeyi, çaresizliği; öylece, günlük bir olay gibi abartmadan anlatır ki...
Gerçekliğin çıplak çaresizliği ve AŞKın karşı konulamaz gücü karşısında yeniden yüzleştirir sizi içinizdeki o 'keşke' anlarıyla...
Sanırım üniversiteye yeni başladığım zamanlardı ilk izlediğimde hem ilk filmi hem de Gün Batmadan'ı. Öylece kalakalmıştım ekranın karşısında.
Kelimelerimi içime tıkan, beni 'sessiz' bırakan, o zamanki çocuk halimle, hayal dedirten türden bir şey hissettirmişti. Sanırım daha realist, daha materyalist ve daha acımasızdım o zamanlar...
Sonra sonra anladım giderek AŞKın hallerini insanda tezahür eden...
İsteyipte dokunamamanın,
Hayal edip de bir kerecik olsun yaşayamamanın ve yanında, olur ha bir şansın olsa; o anda da gurura yenik düşüp konuşamamanın içinden geldiğince, nasıl bir şey olduğunu hep yaşayarak anladım...
Zaten aşk, öyle tüketim toplumunun yaşadığı yeni çağ aşkları kıvamında periyodik olarak vurmuyordu, bir de yanında, şans eseri kapınızı çaldığında pardon tekme ile evinize girdiğinde, bir satır yukarıda yazılanları öğretince biraz da nahoş oluyordu.
Yekpare duyguları özletiyordu, basit, sıradan ve öylesine yaşanmışlık katan...
Yanında olmayan bir savaş muhabiri ile ilişkisi olduğunu söyleyen ve o ilişkinin gerçekten var olduğuna inanan Celine'in yaptığı gibi...
Yahut Jesse'nin rüyasında, çıplak ve hamile olarak gördüğü Celine'e karşı hislerinin aslında gerçek olmadığını ve ideal bir evlilik ile her şeyin yoluna gireceğine inanması gibi...









Yanyayana ama dokunamayan, sarılamayan ve ufacık bir temasın yangını büyüteceğinden korkan bir halde, son kalan vakitte konuşulmaya çalışılıyordu...
Her birimizin en az bir kez yaşadığı gibi.
Eminim yan yana yürümüşünüzdür hoşlandığınız yahut aşık olduğunuz biri ile. Arada bir kaçak bir bakış atarsınız.
Görmeye çalışırsınız gözlerini, mimiklerini, ona ait parçaları.
İlk filmde olduğu gibi (Gün Doğmadan) kendinizce bir fotoğraf çekmeye çalışırsınız, beyninizde sadece sizinle kalacak.
Kim bilir o da sizi aynı çekingenlikte keşfetmeye çalışıyordur belki bu arada.
Yan yana yürürken konuşmalar vardır, bakışma anları dışında dinlenebilen.
Karşılıklı oturulduğunda ise keşfetme.
Hangi parçası sizin için öncelikliyse izleme oradan başlar ve bastırır kelimeleri.
Benim için gözleri ve dudaklarıdır önceliğe sahip olan.
Kimine göre saçlarının boyu, duruşu, giysileri ya da elleri.
Keşif, gece istemesenizde hayalini kuracağınız kişi için önemlidir. Rüyalarınızı süsler ve uyandırır sizi yoğunluğu.
Hele bir de kaybolup gitmişse bir sebeple, kaçırılan bir hamleyle; alınması unutulan bir telefon numarasıyla, ölen bir aile bireyiyle, yahut sadece hissedilemeyen güvenle 'ya olmazsa' diye, o zaman kasırga başlar.
Yaşanan kısa ama muhteşem anlar hep akla gelir ve hep unutulmaya çalışılır.
"Kadın hatırlamamazlıktan gelir", "Tabi ki hatırlıyorum" 9 yıl sonra bile söylenebilen bir cümle halini alır...
Tekrar bir şans geçerse ele; bilerek ve isteyerek kaçırılır işte o yetişilmesi gerekli uçak; evde bir bekleyen bile olsa.
Artık konuşulacak olan değer yargıları yahut ahlak değildir... Kaçırılan zaman, kaybedilen yaşlar ve yakalandığı yerden hayat yapılası bir yaşamdır.
Bir müzik çalar; BLues, mavi bir an'ın şahidi ve kadının ağzından çıkamayan 'Gitme' (ne olursa olsun haklı görmez çünkü kendini adamın yaşamında), bir blues cümlesi olarak çıkar "Bebeğim...O uçağı kaçıracaksın" ve verilen cevap tektir "biliyorum...".
Uçağı kaçırmak, masanın kenarındaki bardağı kırmak, haydi deyince kalkıp gitmek, artık konuşmak istememek... Tüm bu tümceler etki mekanizması yüksek, iz bırakan filmlerimden bana kalan AŞKa dair söylemler...
Özlemek boktan bir şeydir ve karışır duygular bir yerden sonra...
Onu mu, yaşananları mı, hisleri mi yoksa başka bir karşı cinste de bulunabilecek teni mi özlemektesindir bir türlü bulunamaz.
Hep tepene üşüşür keşke dediğin 'yapmadıkların'.
Yaptıkların geçip gitmiştir ve yer bulmuştur anılarda...
İnmediğin tren, susmadığın an, tutmadığın el, gitmediğin davet, söylemediğin şarkı hep kalır içinde.
Alaycı bir mani ile tek bir an daha dilersin kimi zaman.
Merak ettiğin, kaçırdığına pişman olduğun ve hep hayalini kurduğun, öfke duyguları ile beyninin arka sıralarına oturttuğun 'nasıl olurdu anları'...
Dokunamamak sevdiğine, zuldur, zulümdür... En derin pişmanlıktır belki ve kendine duyulan en derin öfke.
Yeni kuşak her ne kadar böyle yaşamasada aşklarını artık, ve ben aslında her ne kadar çok eskimemiş de olsam, 'nerede kaldı böyle aşklar deniyor' tarzında bir yazı yazmaktan kendimi alıkoyamadım.
Belki de bu yüzdendir kariyerimle çelişen romantizmimin Avrupa'da olma düşüncesi.
Jesse yaşadığı o hayal gibi geceyi 'gerçek'leştirmek için bir kitap yazmıştı,
Bense benzer bir şekilde o değerli anların gerçekliklerini yitirmemeleri için, sanal bir boşlukta onlara yer yaratmaya çabalıyorum. Kimisini satır aralarına gizliyorum duygularımın, haykıramadıklarımı yazıyorum, söyleyemediğim bir iki kelimelik duygular yahut kaçırdığım/kendimi engellediğim/karşıdan beklediğim koyverilememiş coşkular bütünü için, depresiflikle karışık bir mani ile, yeni gelecek AŞKın bu denli romantik olmasını diliyorum... Çünkü aşk, tüm kaotik haline ve yaşattığı savaşlara karşın; romantik olmayı hakedecek kadar da narin ve değerli.
Tıpkı gün batımı ve gün doğumundan önceki kısa sürelere sıkışıp, unutulmaz bir gerçekliğe dönüşebilecek kadar.
......


23 Şubat 2011 Çarşamba

Seçmece

Kimdi kalan, kimdi giden...
Giden mi suçludur herzaman!...
Ne zaman başlar ayrılıklar...
Dostluklar biter ne zaman...

Her geçen gün bir parça daha
Aldı götürdü bizden...
Aynı kalmıyordu hiçbir şey...
Değişiyordu herşey kendiliğinden...

Artık çözülmüştü ellerimiz...
Artık bölünmüştü yüreğimiz...
Birimiz söylemeliydi bunu...
Ötekini incitmeden...

Kimdi giden, kimdi kalan...
Aslında giden değil...
Kalandır terkeden...
Giden de bu yüzden gitmiştir zaten !!!

Murathan MUNGAN

21 Şubat 2011 Pazartesi

Günce 2

Temizlik yapılmış, mis gibi olmuş bir ev bulacağıma dair duyduğum güven ile, üzerine sabah 09:30 da başlamış ve akşam 20:00 de sonlanmış mesaiden sonra, eve gelince yığıldım !
Akşam yemeğini hiçe sayar bir halde salondaki 'televizyon karşısı uyuma koltuğu'nda mis gibi uyumuşum.
Babamın "babacım hadi kalk yatağına yat" sesiyle uyandım. Zorla uyandırılmamış olsam orada sabahı ederdim muhtemelen.
Yani işin özü bugün ailemin uykucu, yorgun ve küçük kızıydım.
Kalktım! Gözüme kornea olan lenslerimi çıkardım, yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaadım. Aynı annemin yapacağı gibi kurumuş çamaşırları "temiz eve havları dökülmesin diye" kaldırdım.
Sevgili babam zaten bütün akşam yemeği sonrası mutfak temizliğini halletmişti.
Böylece, artık bana düşen sadece yatmaktı.
Eşofmanları çektim ve yatağa yığıldım.
Uykuya aynen devam.
Bugün benden ne ev hanımı, ne eş, ne de anne olurdu.
"Çok şükür!" dedim hala 'bir ben' ile meşgulüm.
Böylece bitmiş oldu annesiz 3.gün...

Günce 1

Annesiz geçecek 10 günün ilki...
Vice president olarak görevi devraldığım ilk gün.
Bir anda boşluğunu hissettim bugün. Sadece sesi, nefesi ile değil, nasıl da sakince evin rutinini korumasını sağladığını anladığım, gerçek manada ilk an oldu bugün.
Kıçımızı topladığı yetmiyormuş gibi, bizi beslediğini, evin mum gibi kalmasını sağladığını, eşyalarımızı yerlerinde bulmamıza imkan verdiğini, tertemiz giyinmemiz için can hıraş çamaşır yıkadığını ve arada dağ gibi olsa da onları zamanında ütülediğini, eve alınıp elinin değdiği ilk yerde bırakılan sebze, meyve, yiyecek vs. herşeyin nasılda 15 dakika içinde yerli yerine ve dolaba yerleştirildiğini, torba, plastik vs. çöplerinin dağ olmadığını kavradığım annesiz geçecek 10 günün ilki.
Aslında Cuma günü yola çıktı annem. Dün kendi çapımda eğlenme güdüsüne sahip ve giderken düzenimizi bozmamak için bıraktığı herşeyle idare ederken anlamamıştım yokluğunu.
Bugün ise, bir yandan Lab da işlerim için uğraşırken, diğer taraftan kendimi yeni başlayacak hafta için hazırlamaya çalışırken yaptıklarım sayesinde anladım annemin anne olarak nelere kadir olduğunu.
* 4 kez çamaşır makinesini çalıştırdım. Her biri en az 3 kg luk çamaşırları ben yıkamadım tabi ama asması yetti.
* Yarın gelecek yardımcımız için evin toparlanması ile uğraştım, ha tabi birde kadının işini yapabilmesi için bedenen efor sarfedilerek yapılması gerekli birçok şey var, onlarda halloldu.
* 3 depo suyla (ortalama 3 saat) ütü yaptım. Yaptığım ütüler evin, ev halini tamamlaması için 'gerekli' olduğu öne sürülen dantel, iğne oyası, tel kırma vb örtülerdi. Kolum artık yer çekimine dahi karşı koyamazken kendime not düştüm. Modernite hayat kolaylaştırır. Fütüristik yaklaşımlı, örtüsüz bir ev pahabiçilemez. Heleki yıkandığı an 15x30 cm2 iken 2x5 cm2 olan örtüler, saçaklı ve püsküllü hertürlü süs malzemesi vs kesinlikle alınmamalı ve istenmemelidir. Tabi kendime bu notu düştüm ama benimki kadar modern ve özgürde olsa kızının çeyizini hazırlamaktan geri durmamış olan annem (ondan öncesinde de babaannem, anneannemler ve diğer herkes) acaba bana nasıl bir eziyet planı hazırlamışlardı diye de düşünmekten kendimi alamadım.
* Yıkandım! Bu kendim içindi :)
* Gecenin köründe Lab a gittim cihaz kapatmak için. Tabi bir yandan işlerin yürümesi gerekliliği vardı. (Allahtan kendini şöförüm olarak ilan etmiş ve bundan memnun bir babam var!)
* Yemek yapılması gerekiyordu-aç kalmamak için. Daha doğrusu sağlıklı beslenme düzenini -ailecenek diyetisyene gidişimizin sürdürülmesi gerekiyordu, annem bizi sağlıklı besliyor- korumamız gerekiyordu. Yoksa bence yemeksepeti.com diye muhteşem bir site de var ama!!! Bu noktada babam beni inanılmaz büyük bir yükten kurtararak muhteşem aşçılığını konuşturdu saolsun. Mis gibi sebze yedik!
* Ha tabi kaldırılan bulaşıkları ve pazardan alınan tüm haftalık çiğ sebze-meyvanın yerleştirilmesini saymıyorum.
* Hala yıkanacak bir makine çamaşır daha var ve saat gece yarım. Olsun henüz tükenmedim :)
* Bir de annem böyle rutin bir Pazar'ın arkasından benim düşen çenemi çekmek zorunda kalıyormuş. Mütemadiyen anlatacak birşeyleri olan, hiçbir vukuatı yoksa gecenin 12 sinde aklına gelen hayata dair bir çözümlemeyi paylaşmadan uyuyamayan şaşkın ben, kadıncağızı tüm kelimelerim bitene dek ayakta tutuyordum... Bugün anladım. Bu yorgunluğun ardından beni çekmenin ne demek olduğunu ben bile kaldıramadım. :) Zaten annem hep der, çocuk dediğin büyüdükçe daha fazla özen, ilgi ve özveri ister diye ! Allahtan babam çok konuşkan bir adam değil ve Pazar gecesi sendromuyla yatıveriyor :)
* Şimdi toparlamaya çalıştığım kafamla 1.5 saat sonra asmam gereken çamaşırlar bitene dek makale okumaya çalışacağım. Zaten dün çöpe giden bir gün oldu hiç değilse bugün elimde beklemede geçecek bir 1.5 saat var; değerlendirmeli değil mi ama ?!?!?!
Analitik düşünen beynim mutlak bir sonuca varma eğiliminde.
Sonuç, bir daha anneme "niye betin benzin atmış/yahu niye beni dinlemiyorsun/aman anne abartıyorsun yorgunluğu, vs." gibi gereksiz-düşünülmemiş herhangi bir cümle, tümce yada kaş ve göz aracılığıyla gösterilen ifade söyler yahut belirtirsem Allah baba beni taş etsin.
30 yılllık bürokrasi hayatından sonra ev hanımı olan annem, eminim bu ara iş hayatını özlüyordur diye düşünmekten kendimi alamasam da diyecek çok söz yok.
Annem iyiki var ve umarım daha nice yıllar olur...
Aileyi en temelde birarada tutan, sevgisi hiç kaybolmayan, farkına bile varmadığımız rutini ses etmeden (arada çıkan isyanları saymamak lazım, çünkü ben 10 günün sonunda muhtemelen 8 kere isyan bayrağını çekmiş olurum (:) sürdüren adına 'Anne' denen muhteşem kadını tepede taşımak lazım kendime not düşülmüştür-bir kez daha!
Tam bu noktada içinde yaşadığım ve her geçen gün iyice tiksinti vermekte olan bu ülkenin her yeri az gelişmiş, örümcek zihniyetli, her daim tahrik olmuş vaziyette gezen, çünkü düşünsel anlamda etkin olmayan, çalıştırılmadığı için fonsiyonsuzlaşan beyinleri, kafalarının içlerine sokulan "saç-el-boyun, bel görünce tahrik ol!" sloganlarıyla dolup taşan, iş gören/karşı çıkan/direnen kadını döverek, her manada taciz ederek, öldürerek baskılayan, yok etmeye çalışan; hayvandan evcilleşememiş erkek müsveddeleriyle doluyken; ben tek tek deniz yıldızlarını denize atan balıkçı misali kendi annemi el üstünde taşıyarak kadınlık namına, kadınlar adına kime ne yarar sağlamış olurum/oluyorum tartışılır...
Her erkek babam kadar feminist olaydı ve yanında lazlığını da koruyaydı, ortalık ne erkek müsveddeleriyle, ne de kadın cesetleriyle dolup taşıyor olmazdı.
Tabi yanında, benim gibi kadınlarda ortalarda 'ulan yok anasını satayım adam gibi biri' diye dolaşıyor olmazdı...
İçimdeki öfke de böylece yerini bulmuş oldu..
Neyse, annemsiz iki günü, görevi devraldığım resmi olarak ilk günü tamamlamış olduk böylece.
Şimdi sırada işim için bir-iki dakika kısmında.
İyi anne ve eş olma yolunda ilerliyor muyum ne?? (: Kimbilir, göreceğiz....

20 Şubat 2011 Pazar

Gerek-siz

Gereksiz bir 'birarada olmaya çalışma'nın canlı tanıklarıydılar.
Karşılıklı, herşeyin özlenmiş olduğu duygusunun verilmeye çalışıldığı,
Konuşacak ne de çok şey var havasının estirilmesi için gösterilen her çabanın
Gereksiz ego çarpışmaları ve anlamsız savunmalarla bölündüğü,
Anlamını yitirmiş her anının
Hatırlandıkça güldürmek bir yana gülümsetmeye bile gücünün yetmediği,
Birarada olmak için verilen mücadelenin
Amaçsızlıktan ve anlamsızlıktan kırılan bir hali vardı.
Geçirilen boşa gitmiş onca saatte paylaşılan tek an;
Düşünselliğin O'a indirgendiği,
Zeki insanların, kendilerine hakaret olarak adletmesi gereken
Dedikodu Zamanı'ydı.
Egolar ortak paydada tatmin edildi.
Sebep ve sonuç yaratmamış,
Hayatın gidişatında en ufak bir değişim yada etki oluşturmamış saçma sapan konuşmalar...
Gerisi koca bir boşluk.
Kaybedilen zamana duyulan istemsiz acıma duygusu,
Kendine hissedilen kızgınlık zorlamalara karşı,
ve Kabulleniş.
Gidenin geri gelmeyeceğine, yarının farklılık getirdiğine ve hala çok saçma bulduğu şarkının saçmalığını koruyuşuna...
Hiçbir durum, duygu ve aktivite ile tatmin edilememiş misafirler lüks hotellerine uğurlanırken,
Üzerlerinde en azından huzurunu bildikleri, sevgiyi hissettikleri kendilerine ait olmasada,
yine de benim dedikleri evlerine gidiyor olmanın derin sevinci vardı....

19 Şubat 2011 Cumartesi

Hayat Sokakta :)

Eski günlerdeki gibi...
Yeniden kendimi çıtır ve çakal hissettiğim bir gün...
O günlerimin şahidi çıtırlarla (artık onlarda büyüdü ama) dışarı çıkıyor olmak.
Giyindim, süslendim.
Bayağı iyiyim ya ! :)
Laboratuvar faresinden bir NY kızı yarattım bugün. Toplamda 3 saatimi aldı ama olsun. Yani içine banyo, manikür, makyaj, giysilerin ütüsü falan eklenince o kadar da uzun olmuyor.
Kızları özledim. Eski günleri de özledim aslında. Yani bugünkü yaşam olması gerektiği gibi, yaşın hayatı. Arada topukluları giyip beni sokağa çıkaracak ve muzurluk yaptıracak birilerinin olması gerekli, bu bir gerçek.
Gerçi efendi efendi yemek yiyeceğiz sanırım ama olsun yine de içimde kabaran muzurluk ruhu hepsine değer. :)
High heels, red lips, red nails, eyeliner and black jacket ! Incredible magic (:
Thanx God, I'm a Woman! (These phrases for you my NYer(:)
Tabi bu noktada modumu tavan yaptıran, kendimi iyi hissettiren, tüm gün dans etmemi sağlayan ve böyle zamanlarda tam bir kişilik kazanan sevgili bilgisayarıma shuffle ile muhteşem çaldığı karma müzik listesi için de bir teşekkür lazım değil mi ama. Değme DJ böyle olmazdı....
Neyse. Dışarı çıkma zamanı.
Let's have a little fun!
:)

Okuyalım, anlayalım, öğrenelim --> Uygulayalım :)


18 Şubat 2011 Cuma

Seçmece

Etme

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

Mevlana Celaleddin Rumi

11 Şubat 2011 Cuma

Yeni Albümümüz :)

Go to wikipedia and hit random. The first random wikipedia article you get is the name of your band. 2 - Go to quotationspage.com and hit random. The last four or five words of the very last quote of the page is the title of your first album. 3 - Go to flickr and click on “explore the last seven days”. Third picture no matter what it is, will be your album cover. 4 - Use photoshop or similar (picnik.com is a free online photo editor) to put it all together. 5 - Post it with this text in the "caption" and TAG the friends you want to join in.

Çok ironik yahu ! Quite like unrequited love !!! Çok eğlendim :)
Bir gün bir albümüm olursa adı bu olacak ama grubumun adından çok da emin değilim !
Deneyin, çok keyifli şeyler çıkacağına eminim...
İyi eğlenceler...

Stjepan Hauser and Luka Sulic - Smooth Criminal



Beni yerime mıhladı... Aslında diyecek, diyebilecek çok da sözüm yok.
Nedendir bilmem zaten çello bende çok farklı bir his yaratır.
İnanılmaz derecede farklı, seksi, özel bir müzik aletidir benim için.
'Smooth Criminal' çello ile birleşince işte böyle oluyormuş...
Beni dağıttı !
Beğenilmesi dileğiyle...

9 Şubat 2011 Çarşamba

80'li yıllarda doğmuş çocuklara...

Bakın ne buldum...
Eski dosyaları karıştırırken karşıma çıktı. Yaaaaa, evet yaaa, amanınnnn onlarda vardı değil miii? diye diye her birini tek tek okudum. Gülümsedim, gözlerim doldu..
Çok mutlu çocuklardık ve hayatlarımızda çok derin eğlenceler vardı...
Buradaki 64 maddenin neredeyse hepsinin hayatımda bir anısı var... Eminim sizinde benzer anlarınız oldu. Şöyle bir geçmişi yad etmek ve özlenen çocukluğumuza dem vursun diye...
Anılarda gezintiye hoşgeldiniz;
  1. Süper Baba'nın müziğini flütle çalmışsanız,
  2. LC Waikiki veya Benetton tüm renkleriyle kıyafetlerinizde önemli markalar olduysa...
  3. SHOW TV'nin müziğini hala hatırlıyorsanız dup dıbu dıp dıp dıbı dıp dum.. tabi ki bir de: İyi TV eyç bi bi, eyç bi bi iyi TV !!!
  4. Önce hüplet sonra gümlet' hayat felsefeniz olmuşsa
  5. Bizimkiler dizisi ertesi gun okul oldugunu bi sureligine unutturduysa
  6. Parliament pazar gecesi sinemaları müziğini duyduğunuzda içinizde hala garip duygular uyanıyorsa (yarın okul var hüznü, ailenin seni yatırıyor olmasına duyduğun kızgınlık, o güzel mavinin romantizmi...)
  7. Polis Akademisindeki her sesi çıkaran adama hayranlık duyuyorsanız
  8. Elm sokağında kabus yüzünden hala yatağın altına bakmaktan korkuyorsanız
  9. Chucky yüzünden en sevdiğiniz oyuncağınızı bile göz önünden kaldırmışsanız
  10. Okulda coca-cola kutusunu ezip mac yaptiysaniz (kızlar yan yatırıp üstüne tam ortasına ayagı yerlestirip ustune basıp yururlerdi, topuklu ayakkabı gibi olurdu)
  11. Apartmanin altindaki zil veya taksi diafonuna basmak müthiş heyecanlı bir yaramazlıksa
  12. Tutti frutti çok ayıp ve olağanüstü merak uyandırıcı bir şovsa
  13. Dört tekerlekli ayakkabının üstüne takılan patenlerden sonra roller bladeler size büyüleyici geldiyse
  14. Bakkala gönderilmenin en güzel yanı küçük sarellenin dibini minik plastik kaşığıyla kazımak veya leblebi tozu yiyip konuşmaya çalışmaksa
  15. Aterideki ördek vurmaca oyununda silahın nasıl çalıştığına hala kafa yoruyorsanız
  16. Işıklı spor aykkabılar hava atmanın önemli bir unsuruysa
  17. Bayramda harçlıklarla aldığınız ilk şey kinder süpriz yumurtasıysa(kağıdını tırnakla yırtmadan dümdüz
    yapmak da sabır ister doğrusu)
  18. Clementine sizde derin izler bırakmışsa
  19. Kasete kayit yapilabilmesi icin alt tarafinda bulunan karelerin bantla kapatilmasi gerektiğini öğrenmenin önemini biliyorsanız
  20. Commodore 64'de tornavidayla kasetin kafa ayarını yaptıysanız
  21. Anne saat kaç, simiiit, birdir bir, çay kahve gazoz, akşam ebesi, dansa davet, çatlak patlak, yakan top gibi kalabalık oynanan sokak oyunlarından sonra anneniz sizi balkondan yemeğe çağırmışsa
  22. 'bandıra bandıra ye beni' şarkısını hızlı söylemeye çalıştığınız günler varsa
  23. Rönesans sanatçılarını ilk kez Ninja Kaplubağaların ismi olarak tanıdıysanız
  24. Tele On diye bir kanalı hatırlıyorsanız
  25. Haftasonları çizgi film izlemek için erken kalkmanın ne demek olduğunu biliyorsanız
  26. Şirinler geyiğini arkadaşlarınızla mutlaka çevirdiyseniz (Şirine aslında Gargamel tarafından yapıldı...)
  27. Beğenseniz de beğenmeseniz de tüm çizifilmleri art arda izliyorduysanız
  28. Bir Başka Gece çocukluk hayatınızdaki en görkemli şovsa
  29. Pazar geceleri yıkanma günüyse
  30. Seden Gürel'in neden öyle giyindiğini şimdi sorguluyorsanız
  31. Müzik yelpazesi hayatınıza büyülü yabancı müzisyenler kattıysa
  32. Bir sanal bebeğiniz olmuşsa,
  33. Tetris'i süper hızla oynayabiliyorsanız,
  34. MIRC ergenliğinizin önemli bir parçası olmuşsa (a/s/l ne demek biliyorrsanız)
  35. ICQ nun 11 haneli rakamını ezberlemeye çalışmışsanız,
  36. Pili bitmesin diye kasetçaların, kasetleri kalemle havada sarmışsanız,
  37. Çizgifilm şarkılarının ingilizce veya japonca olsa da ezberlemişseniz
  38. Kokulu silgiye, deftere, kaleme harçlığınızı yatırdıysanız.
  39. Eti Cin, Eti Puf, ABC, Balık Kraker, Negro, Bonibon,Topitop, Yumiyum...vb çok seviyorsanız ve her zaman yeme kabiliyetiniz varsa
  40. Sulugöz'ü düşününce bile ağzınız sulanıyorsa
  41. Küçük bir kızsanız Sindy ile Barbie'yi karşılaştırıyorduysanız
  42. Tsubasa'yı ve küre biçimindeki sahanın sonundaki dev kaleyi hatırlıyorsanız
  43. 'Hey Corç versene borç' deyince cevabı hemen yapıştırabiliyorsanız
  44. Macarena dansını yapabiliyorsanız
  45. TV den çekilmiş çizgifilmli sayısız kere izlediğiniz VHS leriniz varsa
  46. Telefonların jetonla çalıştığını hatırliyorsanız
  47. İstop diye bağırdığımızda renk yakalamaya çalışırken onun aslında stop olduğunu uzun zaman önce çözmüşseniz
  48. Saçları renkli ve uzun patlak gözlü çirkin trolleri bile bir furyada satın almışsanız.
  49. Capri Sunın reklamı ve melodisini hatırlıyorsanız,
  50. Annenizin mavi ped torbalarını şişirip patlattıysanız,
  51. Power Rangers'ın renklerini hatırlıyorsanız
  52. Mc Donalds a gitmek için ailenize yalvardıysanız
  53. Olacak O kadar, Yasemin'in penceresi, Hadi Anlat Bakalım, Adam Olacak Çocuk, Saklambaç.. gibi programları hatırlıyorsanız.
  54. Lambada'nın müziği kulağınızda çalabiliyorsa
  55. 'Nereye çufçufluyoruz'un kimin dediğini biliyorsanız.
  56. Sayısız joystik kırdıysanız ve gün gelince artık joystik satılmadığını fark ettiyseniz
  57. Fame City cennetle eşdeğerse
  58. En sevdiğiniz sayı altıysa
  59. Prince of Persia'da alttaki dikenlere düşünce çıkan dınnzk sesini ve kanları hatırlıyorsanız
  60. Mon Ami 48 lik boyalardaki altın ve gümüş renkleri statü sembolüyse
  61. Gençlik hayaliniz Beverly Hills teki havuzlu arabalarsa,
  62. Uhuyla oynamanın zevkini biliyorsanız
  63. Kolalı jelibonun önce kapağını yediyseniz
  64. annenizin poşetler dolusu taso,misket, sporcu kağıtları, gazoz kapaklarını attığını öğrenince ağladıysanız
  65. Peçete, kağıt, poşet vb... koleksiyonu yapmışsanız
    EVET YAŞLANIYORUZ! :) ve 80'lerden kalmayız :)