17 Nisan 2011 Pazar

Duş, Deniz, Dolunay, Pus ve Ölüm

Akarken ılık su teninin üzerinden,
Fikir denizinin üzerindeki pus da yavaş yavaş yükseliyordu.
Yükseldikçe yağmura dönen pus,
suskunluğunun kurtlarını, dolunayın aydınlık halleriyle değiş tokuş ediyordu.
Parlak beyaz ışık
Karanlığı yırtarak girerken beden evlerinin pencerelerinden,
Ten de akan suyla yeniden nefes alıyordu.
Kurtların soluksuz bırakan, tedirgin kılan, yerleri belirsiz uğultuları;
Giderek berraklaşan fikir denizi belirdikçe kayboluyor ve
İsimsiz kimliklerin şeytanları olmaya yollanıyordu.
Ilık su teninden akarak denizine karışıyor,
Dolunayın karanlıkları bozan ışığı beden penceresinden içeri giriyor,
Kulaklarını ve gönlünü tırmalayan kurtların sinsi uğultuları,
Uzaklaşan pusla sus oluyordu.
Deniz duşa,
Duş ışığa,
Işıksa nefese karışıyordu.
'Gerçek' ise hiç bir söze gerek kalmadan,
Aslında ölümden başka her şeyin, hepsinin bir yalan olmasından öteye geçmiyordu...
Akan sular tenini tarifsiz bir özgürlüğe götürürken,
Ölüm, gerçeğin kahramanı,
Yalan ise gerçeğin gizli tutsağı oluyordu.
Dolunay, yaza işaret ediyordu yumuşattığı karanlıkta.
Güneşin ölümü yeneceği, kahramanlığınsa denizle son bulacağı bir ana odaklanıyordu götürürken kederleri.
Tutkulu bir aşk anında sıyrılan bir kadın eteği misali,
Sıyrılıyordu pus, kadının deniz olmuş bacaklarından,
ve yalan ölüme, ölüm gerçeğe, kadınsa rüzgara karışıyordu.
Duş, deniz, dolunay ve pus bir masalın gerçekliklerini yitirmiş
ve tanımdan uzak ölümsüz kahramanları oluyordu,
Ölümün acımasız gerçekliğine inat...
Hiç kimse ama hiç kimse, ölümün kadına ne denli ağır geldiğini bilmiyordu.
Kadınsa, aslında ölümden öte hiç bir şeyin onda doldurulmaz bir boşluk yaratmadığını yine tüm gerçekliğiyle karşısına çıkan ölümün ta kendisiyle anlıyordu.
Bu masalsı, kahramansız ve tanımsız hayat gecesinde,
Gerçeği ararken kaybolduğu sularda pusu kaldırıp, uğultuları sustururken;
Akıl iplerini bir kerhanenin çekiciliği ironisiyle yeniden eline alıyordu.
Dolunay beden pencerelerinden sızıyor, akan sular denize karışıyor ve
Pus yerini berrak bir yansımaya bırakıyordu,
Aklın ve netliğin dinginliğindeki kadının temiz suretine.
Kahramansız, tanımsız ve yalansız, gerçek bir surete dönüyordu fikir denizleri.
Yağan yağmurlar tüm kederli birikintileri götürürken,
Su dinginliğini suretinde buluyordu.
Kadın, "Evrenin en büyük özgürlüğünün, vazgeçilmezden vazgeçip gerçek özgürlüğe ulaşmak*" olduğunu, okuduğu bir gazete yazısının, göğsünün ortasında hissettirdiği bir kavlanmayla anlıyordu.
Deniz dolunayı içine alırken oluşan yakamozda,
Suret aysuya meylediyor,
Sus'a dönen uğultularsa, tam da olması gerektiği gibi çalan müzikte kayboluyordu...


* Nelson Mandela, hapiste geçen yılları için nasıl sabrettiğini soranlara: "Eğer bir şeyden vazgeçebiliyorsanız, onun sizi tutsak etmesinin de önüne geçersiniz... Evrenin en büyük özgürlüğü o vazgeçilmezden vazgeçip, gerçek özgürlüğe ulaşmaktır..." demiştir.

Hiç yorum yok: