6 Ağustos 2011 Cumartesi

Acı tat

Çok soğuktu. Esen deli poyraz iliklerimize kadar üşütüyordu bizi.
Boktan bir karanlığın tam ortasında durmuştuk, neden burada olduğumuzu anlamaya çalışıyordum.
Neresiydi burası? Niye bizi çekmişti kendine?
Sesim rüzgarda kayboluyordu.
Endişe duyduğum her an yaptığım gibi küçük bir şarkı söylemeye çalışıyordum halbuki.
Üşüyor, korkuyor ve serdeki erkekliği ön planda tutarak yanımdaki insanlara destek olmaya çalışıyordum.
Yüzlerini net seçemediğim herhalde 5 kişi vardı yakın civarımda.
Rüzgar o kadar kuvvetliydi ki... Gözlerimi zar zor açık tutuyor ve ayakta zor duruyordum.
Köy gibi bir yerdeydik. Ama o karanlık, ah o karanlık yok mu?
Yıldızsız, aysız, hepsinden öte sevgisiz bir gecenin karanlığı.
Daha önce bir kere yaşamıştım böyle bir karanlığı.
Yarattığı huzursuzluğu ve etkisini ard arda bir kaç gün sürdüren o tarifsiz ruh halini hatırlıyordum...
Gözümü açık tutabildiğim her an net bir iki nokta arıyordu algılarım.
Bir kaç çatı, evlerin boyutlarına ve damların şekillerine ait bir kaç ayraç, bir mezarlık, bir çeşme, bir kaç hayvan... Çiftçi araçları, otomobiller ve lokanta arıyordu gözlerim.
Bir çığırtkan, bir anıt.... Hiç bir şey! Hiç bir şey görünmüyordu net olarak.
Kendimi çimdikledim. Rüyada da olabilirdim hani. Canım yandı ve duydum 'ah' sesimi.
Neredeydim? Allahım burası neresiydi? Kimdi civarımdaki bu insanlar?
Bu insanlar ki benimle aynı kaygılarını yaşadıklarını hissettiğim, sezgidiğim, kimlerdendi?
Geçmiş zamanlarda bir âmânın algılarını anlamak için oynadığım bir oyun aklıma geldi. Bütün bir günü gözümde siyah bir bantla geçirmiştim. Sadece duyarak, koklayarak ve hepsinden öte sezerek etrafı hayatta kalmak.
Gözlerimi kapatacak hiç bir şey yoktu üzerimde. Ne bir çaput, ne bir fular...
Kendi isteğimle kapattım bu kez. Rüzgarın o ok gibi çarpışlarına engel oldu hassaslaşmış görme yuvalarımı örten derim...
Bir an durdum. Evimde gibiydim. Rüzgar 1 dakika öncesindeki kadar ürkütmüyordu.
İnsanları umursamıyordum.
Ama sonra...
Bir anda bir takım hareketlenmeler belirmeye başladı görmeyen gözlerimin açtığı algılarımda.
Önümde hareket eden insanlar, koşan çocuklar, güç bela ittirilen at arabaları, el arabaları, kırık dökük traktörler... Ağlayan bebekler, su isteyen ihtiyarlar ve ölmekte olan askerler.
Poyraz sanki tüm bu tabloyu büyülü bir rüzgar misali süpürmeye çalışıyor ve bizi olduğumuz yerde huzursuzluğu ve karanlığıyla hareketsiz bırakıyordu.
Gördüklerim inanılmazdı.
Duyduklarım tarifsiz acı...
Bir savaşı izliyordum. Yaşanmış, bitmiş ve gerisinde hiç bir şey bırakmamış.
İnsanın, insana zulmedişini görüyordum an be an. Nasıl yalvardığını, nasıl teslim olduğunu ve nasıl da çaresiz kaldığını. Neredeydik Allah'ım, neredeydim ben ve niye burdaydım.
Yakınımdaki insanlar kimdi? Delirmek üzereydim.
Atlıların içimi titreten baskın sesi, tüm çığlıkları yarıyor ve suyun senkronize hareketi gibi akan onca insanı yerle bir ediyordu.
Artık istesemde gözümü açamıyordum. Yaşanan her şeyi görüyor, duyuyor ve hiç bir şey yapamıyordum çünkü. Bulunduğum sahne bugüne ait değildi ve ben yaşananların görünmez seyircisi kalıyordum. Tam o anda, bir bebek düşüyordu bulunduğum yere.
Masum, bi'haber ve aç. Hayatta. Onu alıyordum kucağıma. Alabiliyordum. Hali hazırda şimdiye kadar anlamadığım onlarca şey, bu bebeği bağrıma basabilişimle hepten bir muamma halini alıyordu.
Mavi-yeşil arası gözleri bana bakıyordu ve saklıyordu kendini göğsümün arasına. Onu korumam için yalvarıyordu bakışlarıyla.
Onu bırakamazdım. Ama ben orada değildim ki, ne onunla ölebilir ne de onu koruyabilirdim.
Aklımı yitirmeye başlıyor gibiydim. Yaşadığım acı bacaklarımı kırıyor, ölümün o güçlü sesi kulaklarımı tırmalıyor, kucağımdaki bebeğin gözleri içimi dağlıyordu.
O gözleri başka suretlerde çok kez görmüştüm. Bana bir şey anlatmaya çalışıyordu.
Karışan sezgilerim, hislerim ve duyduklarından güçsüz kalan bedenim anlayamıyordu.
Bana dokunan bir şey hissettim. Birinin bana sarılışı. Benim o bebeğe sarılışım gibi bir sarılış.
Bacaklarım ruhumda oluşan ağırlığı taşıyamamıştı. Yerdeydim.
Kucağımdaki bebek belki de gözümün önünde yaşananlardan sonra, hayatta kalan son yaşamdı hiç bir tanımlayıcının olmadığı, topraklarına bastığımız şu köyde ya da kentte...
Deliler gibi ağlıyordum. Çığlık bile atamadan ama hıçkırıklarımda boğularak. Ölüyordum içten. Böylesi bir acıyı kaldıramıyordu ruhum.
Beni saran kollar daha sıkı bastırıyordu kendine beni. Elleri saçımda ve yüzümde, dudakları yanaklarımda bana "aç şu lanet olası gözlerini" diye bağırıyordu ve zorluyordu göz kapaklarımı kaldırabilmek için.
Ağlıyordum boğulurcasına. Gözlerimi açarsam bebeği kurtaramayacağımı düşünüyordum.
Açmayı başardı göz kapaklarımı ve sarıldı bana. Kafamı boynuna gömerken bedeninin, bedenimin titreyişini dinginlemeye çalıştığını hissediyordum. "Geçti, geçti! Yalvarırım sakin ol, yalvarırım topla kendini" diyordu.
Etrafımızdaki insanlar ilk hatırladığım, o aynı tedirginliği paylaştığımız insanlar değildi.
Daha tanıdık yüzler. Daha tanıdık sesler.
Toparlanamıyordum, ama uyanmıştım. Gözlerimi açmıştım ve o sahnede olmadığımın ama bulunduğumuz yerde olduğumuzun farkındaydım.
"Neredeyiz?" dedim, "n'olur söyle, neredeyiz?".
O söyledi ama ben duyamadım. Ağlamam durmuş gibiydi ki yeniden başladım.
Bağırıyordum bu kez uyanan bilincim sayesinde..
"Uyannnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn Aysuuuuuuuuuuu, uyannnnnnnnnnnnnnnnn"
Gözlerimi açtığımda ağlamış, kollarımda bir bebek taşımanın verdiği yorgunluk ve içimi kıyan o savaş yüzünden mideme oturup kalmış bir acıyla yatağımın içerisinde fırlayarak doğruluyordum...
-------------------------------------------------------------------------------
Kurgularımızın ortasında yarattığımız başka bir hikayenin içinde yaşıyoruz çoğu zaman.
Çoğunlukla bilemiyoruz hangisi gerçekti, hangisi yalan ve hangisi rüya.
Sanrılarımızın içinde hepimiz deliyken, teşhisi doğrulanmışlara çamur atmak içimizi ferahlatıyor...
Beri yandan kendi kendine konuşan yazar elleri 'yetenekli' buluyoruz okudukça...
İlginç yaratıklarız vesselam...
Kendi dünyamızı hayal alemine de cehenneme de çeviren bizken, yukarıdakinin ne kadarının kurgu ne kadarının gerçek, ne kadarınınsa duygu olduğunu bilinmezlikle seyrinde bırakıyorum...
Sinop hapisanesini hatırlıyorum...
Gün ortasında aileden birileriyle içinde dolaşırken
- müze haline getirilmiş bir acı yuvasının -
Sabahattin Ali'nin o satırları yazdığı anda uyanmıştım orada,
"Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar,
Beni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül aldırma, aldırma gönül, aldırma"...
----------------------------------------------------------------------------
Kurgu, duygu, sanrı, kendi kendine konuşmalar, bencileyin yansımalar...
Kimbilir...

Dün o gün gibiydi... Bugünse, herhangi bir dünün ertesi günü olmayacak biliyorum...

Gözümün önünden o bebeğin bakışı ve saklayışı bağrımda kendini, bana sarılan o adamın sıcaklığı, güveni ve tanıyamadığım yüzü, gördüğüm savaşın vahşeti gitmeyecek gibi..
Halbuki ben bu ara hiç televizyon izlemedim ki?
-----------------------------------------------------------------------------
Bir sigara istiyordu canım. Ard arda yakılacak ve yarattığı uyuşuklukla unutturacak her şeyi...
Ama biliyordum gün böyle geçecek ve devam edecek her şey hiç bir şey olmamış gibi...
Ağzımdaki o acı tattan başka her şey geçip gidecekti...
Hayat zaten tam da bu değil miydi?

Hiç yorum yok: