1 Ağustos 2011 Pazartesi

"Masal Bu Ya"*

Doldum, taşmak istiyorum.

Bir çığ gibi var gücümle inmek göğe ulaşan zirvemden ovalarıma,

Bir nehir gibi özgürlüğümce yıkarak tüm setlerimi dökülmek istiyorum, dağlarımdan vadilerime…

Düzlükte ulaşacaklarımı merak ediyorum.

Eğilmez sandığım bu asi başımın, nasıl da mülayim olduğuna tepeden bakıyorum, özgürce çağladığım ve umulmadık anlarda, gerçek beni biraz daha keşfettiğim şu günlerde.

İsyan ya da başkaldırı yahut sadece ses çıkarma isteği ama öyle öfkeli değil, yoğun yalnızca…

Bir yandan da alabildiğine susma, sadece ‘yaşama’ ve ‘olma’ eylemlerini olduğu gibi, başka bir ‘şey’ olmaya çalışmadan, bir nehrin yolunda akışı gibi deneyimlemek,

Ya da yaşamak işte Nazım’ın dediği gibi, “Bir ağaç gibi tek ve hür” ama “Bir orman gibi kardeşçesine”…

Bilmiyorum, bilemiyorum.

Bedenimin alamadığı, aslında sığdırmak istemediği bir olma, dolma hali üzerimdeki,

Aşkın bedene girip ışıldattığı o ilk günler misali…

Ama aşktan farklı, hem de çok farklı, kesinlikle varlığı aklı kaybettiren bir körlük değil.

Aksine, perdesiz, son derece net, ama yanında ışıl ışıl, göz alan bir yükseklik hali,

Üç noktayla, boşlukta tamamlanmaya gönderilen kelime gruplarından bir kısmı sadece elimden çıkanlar…

Ya içeride kalanlar?

Öyle bir coşup akma isteği var ki içimde ve ilk defa öyle bir susma isteği bırakıyor ki ruhumun her zerresine…

Susma ve duyduğum her şeyin, ama her şeyin;

suyun, ağacın, taşın, arabanın, insanın, toprağın, her ilginin, her sevginin ve her birliktelik ahenginin o sevince salan duygu yoğunluğunu,

bencil bir çocuk misali içimde tutma, gözlerimde yaşama ve öylece durduğum yerde çağlamak istiyorum…

“Herşey yapılabilir
Bir beyaz kağıtla
Uçak örneğin, uçurtma mesela.
Altına konulabilir
Bir ayağı ötekinden kısa olduğu için
Sallanan bir masanın.
Veya şiir yazılabilir
Süresi ötekilerden kısa
Bir ömür üzerine…”**

Dediği gibi şairin, “her şey yapılabilir bir beyaz kağıdı”, orman yapıyorum, nehir kılıyorum ve insana boyuyorum sonunda, eklerken tüm duyguları lezzeti bulsun diye…

Ruhumun, ‘aydınlık beynimin sınırları’ içerisindeyken, bedenden çıkıp hareket edişini izliyorum.

Zamanın varlığını hiçe sayarak veyahut yekpare bütünlüğün farkına varma şerefine nail olarak diyelim,

Coşkuyla sıçrıyor, sevgiyle sarılıyor, özlemle dokunuyor ve sonunda kendi barışını yaratıyor sıkıştığı şu bedeninin görünürlüğü ile sulh ilan eden şu deli ruhum…

Köklerini salan 150 yıllık bir çınar,

Ustalığını ilan eden bir mimar,

Görkemini dinginliğinde saklayarak akan bir nehir,

Gören gözde insan ve fotoğraf karesinde bedenlenmiş anılar oluyorum…

Alice’ın dünyasına açılan kapıdan bu kez beyaz tavşanı değil, sessizliği takip ederek geçiyorum,

Arabamız sihirli tren, yürüdüğüm yollar uçan halı,

Duyduklarımın ve kokladıklarımın bütünleştiği başka gözlerde algı, düşüncelerde kahkaha/gülümseme ile tarifi mümkün olmayan bir şarkı ve ortak bir his oluyorum…

Ben kaybolurken, biz doğuyor ve egonun hüküm sürdüğü benlik küçük odalarına çekilirken, öz, gerçek özgürlüğünü, kelimesiz bir düzenin sessiz melodilerinde buluyordu.

Bir şarkı, bir müzik, birkaç nota arıyordu beynim, başkaları için hayal edilebilir kılmak adına yaşananları

ama

Sessizliğin o enfes melodisine hiçbir enstrümanı, hiçbir el değmiş, göz değmiş, işitilmiş besteyi yakıştıramıyordu…

Sadece bir renk verebiliyordu ve birkaç müzik aletini koyuyordu sahneye,

Gelen kendi duygusallığını, duyduklarını ve anlatamadıklarımdan gördüklerini müzikeştirsin ve tamamlasın diye bu masalı…

Sahnenin ortasında piyano, elektro gitar, davul ve çello, bir trompet, bir saksafon, bir flüt ve keman, sakince köşesinde duran kanuna eşlik ederken,

Sahne beyazlarla birlikte, zeytin renginden neftiye dönen bir yeşile boyanıyordu…

Yokluk varlığa karışırken, gerçek ilk kez bu denli acıtmadan bedenleniyor,

Bunca yıldır, hiç fark etmemiş olsa da ölümü ‘sessizlik’te saklayan içimdeki küçük kız, deneyimlediği bu sözsüz oyundan hiç rahatsız olmuyordu.

Ölümü de özgürleştiriyordu ruhum kilitlediği odadan…

Sessizliğini serbest bıraktığı gibi.

Azad bayramı yaşar gibi gelişiyordu her şey ve hiç bir şey birbirinden kopmuyordu…

İlginçtir, minicik tanıdık bir ışık sebep oluyordu tüm bunlara…

Alice’in dünyasının kapılarını aralayıp geri dönen bir gün yaşanıyordu, şaşırmalardan uzak kalmaya başlamış şu alışkın beynimde…

Hayatlarımızı rüyalardan yoksunlaştıran “gerçek” ise, işte bu yüzden zerre kadar umrumda olmuyordu.

Sorgulamadan, kabul edip, susarak bir nev-i dergah düsturu misali sadece akıyordum… ve Alice’in dünyasındaki günümü unutmamak için bunu sürdüreceğime söz veriyordum kendi kendime.

Ben nerede miydim? Ben kimle miydim?

Gülümseyerek susmayı tercih ediyordum :)

Ama şu kadarını söyleyebilirim ki, beni o kapıdan geçiren rüyayı içinde barındıran gerçeğin ta kendisiydi. Ne bir afyon sonrası ve ne de alkolün uyuşturucu etkisi romantizmin bu denli gerçekte yaşanmasını sağlayamazdı…

Hiç birinden değilse bile, işte bundan emindim...


Not: * Yaşar (Günaçgün)'ın şarkısının adından alıntılanmıştır...

Not2: ** Yılmaz Erdoğan'ın "Yeni bir sayfada sana bakmak" adlı şiirinin bir kısmıdır...

3 yorum:

Yelda Doganci dedi ki...

Buna türkçe yorum yakışırdı belki ama bunu türkçeye çevirince sanki güzelliği kaçıcakmış gibi geldi:)
aklıma ilk gelen, bazen suskunluğun hakkaten altın olduğu..
I can hear your thoughts
Like footsteps in the dark
So much louder than words..;)

ada dedi ki...

sen gel bana. yaklaş bana;)

Aysu dedi ki...

Kızlar :) teşekkür ederim yorumlarınıza, varlığınıza.. :)